Ben bir öğretmenim. Çiçeklerim var benim, güller sümbüller nergisler, bazen de ayrık otları. İlk görev yaptığım köydeki bir ayrık otu geliyor aklıma zaman zaman, içim yanarak.
Bundan beş yıl önce öncesi.Bir kasabaya çıkmıştı tayinim. Otobüsten inip etrafıma yabancı yabancı bakınırken önümden koca simit tezgahının altında küçücük vücuduyla geçen çocuğa takıldı gözüm. ‘’Boyundan büyük’’ diye düşündüm.
‘’Hey çocuk, bana bakar mısın? Okulu arıyorum ben , nerde gösterir misin bana?
Zeytin gözleriyle şaşkın şaşkın bakakaldı bana.
‘’Şey abla, ııı şu taraftaydı.Yoh yoh şu yandan. Şu emmi bilir abla, ben annamam’’ diyerek yoldan geçmekte olan adamı gösterdi ve koca tezgahı tüm gücüyle iterek yokuş yukarı inanamayacağım bir şekilde tırmandı. Adam da çocuğun arkasından yüzünde buruk ifade, başını öne eğip iki yana sallayarak.
‘’Buyur hanımgızım dedi.’’
‘’Okulu arıyorum amca. Lojmanında kalacağım. O da okulun bitişiğindeymiş dediler bana. Nasıl giderim oraya?
Tabii tabii diyerek düştü önüme. Vah Ali’m vah, diyerek de söyleniyordu. O gün Ali’yle bu ilk karşılaşmamızdı. Yolda bana anlatınca anladım neden vahlandığını.
Ali’nin babası o altı aylıkken belediye binasının inşaatında çalışırken geçirdiği kazada ölmüş.Kaza yerine gelen anası ağıtlar yakıp ellerini göğe kaldırıp ‘’Eyy güzel Allah’ım! Şuncağızla ben neylerim şimdi? ’’ diye haykırmış. Anası el işi yapar, temizliğe giderek geçimi sağlarmış Ali büyüyene kadar. Kıt kanaat geçinmişler işte. Ama hayat bir kez daha acı şakasını yapmış ve Ali 6 yaşına basmadan annesini de almıştı.
Ali, öksüz Ali,yetim Ali, hayatın acımasızlığından mı yoksa bebekken geçirdiği menenjitten midir biraz safça idi. Onunla ikinci karşılaşmamız okulun ilk gününde oldu. Yeni atanan öğretmenin haberi birkaç gün öncesinden yayılmıştı kasabaya. Çocuklara kendimi sevdirebilir miyim kaygısıyla gıcırdayan kapısını açıp girdim yeni badanalanmis sınıftan içeri. Tahmin ettiğim gibi 10-12 mevcutlu ufacık bir sınıf. Ön sıralarda saçları örülmüş uçlarına kırmızı kurdela takılmış kızlar. Sınıfta ilk dikkatimi çeken şey genzimi yakan ahır kokusuydu. Burası küçük bir kasabaydı bunda yadırganacak bişey yoktu elbet. Şaşırtıcı olan o kokuyla müthiş bi zıtlık oluşturan karşımdaki pırıl pırıl çocuklardi. Yoklama defterini açmamı fırsat bilen birkac öğrenci kendi aralarında beni çekistirmeye başlamıştı bile.
- 29 Elif
- Burda
-42 Abdullah
- Burdayım öğretmenim
-54 Ali
-
- 54 Ali
Kimseden çıt çıkmıyordu.
‘’Arkadaşınızın nerde olduğunu bilmiyor musunuz çocuklar’’ dedim. Kimisi hiç umursamadı kimisi de anlamsız birşeyler geveledi. O sırada arka taraftan bir horlama sesi yükseldi. Önce çocukların benle dalga geçtiğini zannedip bana hoşgeldin şakası yaptıklarını düşündüm. Daha ilk günden onların gözünde aşırı otoriter bir öğretmen imajı yaratmamak için sesimi çıkarmadım. Ama o da ne? Utanmadan devam ediyorlardı bu sulu şakaya. Bu kadar yeter dedim. Yükselen sesim hiç bir değişiklik yaratmadı çocuklarda. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyorlardı. Durumun garipliğini farkedip arka tarafa doğru yürümeye başladım. Son sırada sızmış kolları yere sarkmış bir çocuk, uyuyor, dahası horluyor. Sarı saçlarından bildim onun Ali olduğunu. Uyandırmaya kiyamadan geçtim masama. Tenefüste Elif'i çağırdım yanıma Ali'nin durumunu sormak için.
- Öğretmenim Ali derslerde hep uyur, zaten çok acayip bir çocuk. Hiç arkadaşı yok. Hem sürekli tırnaklarını yiyip kanatıyor. Saçları da hep pis kokuyor. İnanmazsaniz derste bakın tırnaklarına ve saçlarına.
Önümüzdeki birkaç gün Elif'in anlattıklarını düşünüp Ali'nin sınıftaki durumunu gözlemledim. Zavallıcık her ders sınıfın en arkasına geçiyor, yağmurdan ıslanıp çamura bulanmış ayakkabılarını sıranın demirlerine sürterek bacaklarını titretiyor, elindeki kalemiyle kafasını kaşıyor sonra onu sıranın üstüne tak tak vurarak kendince ritim tuttuğunu zannediyordu. Belki de şarkı söylüyordu içinden.
Bu çocuğun garip bir huyu daha vardi. Kendisine yapılan hiçbir suçlamaya karşı gelmez, etliye sütlüye karışmazdi. Sınıftaki çocuklar onun tuhaf davranışlarıyla sürekli dalga geçse de bir gün bile sinirlenip diklendigini ya da üzülüp ağladığını görmedim. Diğer çocuklar soğukta sobanın etrafına toplanıp ellerini ovuştururken Ali kollarıyla kendine sarılıp yağmurun altında dans ederdi. Kaç kere söyledim hasta olursun yağmurun altında durma çocuğum,diye. İtiraz etmez ‘’Tamam öğretmenim.’’ derdi, sonra bir bakardım başka bir gün yine yağmurun altında dans ediyor. Bu çocuğun bu yağmur sevdasını bı çözemedim gitti. Hiç mi üşümüyordu acaba ?
Kasabada Ali'yi doğduğu günden beri tanıyan, annesi öldükten sonra onu yanına alıp kendi evladı gibi bakan, kasabaya geldiğimde bana okulun yerini tarif eden o amcanın yanına gittim bir gün. Ali 6 yaşındaydı annesi öldüğünde, o öldüğünden beri de böyle tuhaf davranıyordu. Öğrendim ki Ali'nin annesi yağmurlu bir günde kasabadaki köprüye çıkıp ordan atmıştı kendini. Nedenini kimse bilmiyordu. Ali demek ki yağmurun altında bu yüzden böyle uzun zaman geçiriyordu, annesine kavuştuğunu düşünüyordu belki de.
O yarıyılda başka bir ile tayinim çıktı ama aklim hep Ali'de kaldı.Yıllar sonra o kasabaya tekrar gittim Ali'yi görmek için. Beni Ali'ye götürün dedim. Hiç ses etmeden beni ona götürdüler, mezarına. Kimsesizler yazıyordu taşında, dağın başına gömmüşlerdi garibanı. Toprağını sulayıp duamı edip vedalaştım Ali'yle. Sağanak sağanak yağıyordu gökten. Benim bir iki damla gözyaşım da karıştı Ali'nin yağmuruna. İşte şimdi kavuşmuştu Ali annesine, üşümeden.