Hırsız

Mehmet Faruk Kurt

En

HIRSIZ (Usta - Çırak Öyküleri 5)

Mehmet Faruk Kurt

Mesleği öğretmenlik olan adam, o gün eski öğrencilerinden birinin düğününe gelmişti. Düğün bitip evine dönerken karşılaştığı eşkıyalar, neyi var neyi yoksa almışlardı. Adam bir don bir gömlek kalmıştı. Bu hâlde eve kadar yürümeyi gözü kesmemiş, yoluna çıkan ilk insanın kıyafetini gasp etmeyi kafasına koymuştu. Karşısına Sarraf çıktı.

Sarraf, çıraktan aldığı altını kattığı keseyi kaftanının içine diktikten sonra heyecanla barakasından çıkmış, evine doğru yürümeye başlamıştı. Adam onu gördüğünde Sarraf sinsi sinsi gülüyordu. Adam yerde bulduğu bir sopayı eliyle sıkı sıkı tutarak aniden Sarraf’ın karşısına çıktı. Sarraf’ın yüzündeki gülümseme aniden kesildi. “Her şeyimi çaldılar. ” dedi adam, “Üşüyorum. Bana kaftanını ver.” “Olmaz!” dedi Sarraf, “Veremem. Ben cömert bir adamım. Akçe iste vereyim, evime gel doyurayım ama kaftanımı isteme.” “Olmaz!” dedi adam sopayı havaya kaldırarak, “Kaftanını ver.” Sarraf anladı ki altın kendisini sahip olarak seçmemiş. Kaftanını çıkarıp adama vererek yoluna devam etti.

Adam ihtiyar Sarraf’ı kolayca korkutmayı başarmıştı. Kimseye bilerek zarar verecek birisi değildi. Hırsızlık yapmak da istemiyordu ama mecbur kaldığını düşünüyordu. Sarraf’ın kaftanını aldı, giydi, eve varmak için geçmek zorunda olduğu ormana doğru yürümeye başladı.

Orman sınırına yaklaştığında aniden yağmur bastırdı. Koşarak kendini ormanın içine attı, bir ağacın kuytusuna sığındı. Kaftanını sıkı sıkı bürünüyor, onu çalmakla ne iyi ettiğini düşünüp duruyordu. Biraz bekledi, yağmur dinmedi. Biraz daha bekledi, yağmur şiddetlendi. Hareket edersem ısınırım diye düşünerek kalkıp ayakları çamura bata bata yürümeye başladı. Yağmur bulutları ayın şavkını engellediği için yönünü tayin etmekte zorlanıyordu. Nitekim ormanın içine girdikçe yönünü tamamen kaybetti. Karanlık, gök gürültüsü ve yağmur damlalarının durmak bilmeyen hışırtısı büyük bir ürperti veriyordu içine.

Durmakla yürümeye devam etmek arasında gidip gelirken biraz ileride bir parıltı gördü. Bir ümit o tarafa doğru koşmaya başladı. Yaklaştıkça parıltının bir barakanın penceresinden geldiğini anladı. Barakaya vardı, kapısı dışarıdan asma kilitle kilitlenmişti. Yine de vurdu. Açan olmadı. Kimse yok mu diye içeri seslendi. Ses gelmedi. Barakanın etrafında yürümeye başladı. Işığın geldiği pencereye vardı. Perde içeriyi görmesini engelliyordu. Cama vurdu, ses gelmedi. Bir süre kapıya, cama vurup bağırdıktan sonra çaresinin camı kırıp içeri girmek olduğunu düşündü. İçeride biri yoksa ne güzeldi. Varsa da hâlini izah eder, aman dilenirdi. Pencereden gelen ışıktan faydalanarak yerden büyükçe bir taş buldu. Taşı cama fırlattı. Taş cama vurdu. Cam kırıldı. Baraka yıkıldı, sonra birden yok oldu. Işık da barakayla beraber yok oldu. Karanlıkta kaldı.

İçindeki korku bin kat arttı. Oradan uzaklaşmak istedi. “Tanrım! Ne olur bütün bunlar birer şakadan ibaret olsun.” diye haykırarak yürümeye başladı. Bir süre daha yürüdükten sonra takati kesildi. Yağmur da kesildi. Bir ağacın dibine artık ıslanmış olan kaftanına bürünerek çöktü. Uyudu.

Gözlerini açtığında hava aydınlanmıştı. Güneşe, ağaçların yosunlu taraflarına ve karınca yuvalarına bakarak yönünü tayin etti. Evinin kuzeybatıda olduğunu düşünüyordu, o tarafa doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra orman bitti, önüne bir yol çıktı. Yolu takip etmeye başladı. Yer hâlâ ıslak ve çamurluydu. Bu yüzden zorlanıyordu. “Ah bir atım olsa” diye içinden geçirdiği sırada ormanın içinden bir atlının geldiğini fark etti. Atlının önüne çıkmak için koştu, koştu. Önüne durdu. Beyaz atın üzerinde beyaz duvaklı, kırmızı elbiseli, uzun boylu, ince belli, beyaz tenli, beli hançerli güzeller güzeli bir kız gördü. “Dur!” dedi ona, “Yardım et bana.” Kız durmadı. Atının eyerinden tuttuğu gibi yönünü çevirdi, atını dehledi. Kızın arkasından ne kadar bağırsa da kâr etmedi. At gözden kayboluncaya kadar onu seyretti.

Buraları tanımıyordu. Takip ettiği yol bir süre sonra tekrar ormanın içine girdi. Ne yapacağını bilemez olduğundan yolu takip etmenin en doğrusu olacağını düşündü. Yürüdü, yürüdü. Akşam oldu, gece çöktü. Su birikintilerine ağzını dayayıp su içerek susuzluğunu gideriyorduysa da karnının açlığına bir çare düşünmemişti. Artık çare düşünecek takati de kalmamıştı. Gündüz ormanın içinde bulduğu bir değneği baston yapmış, ona dayanarak yürüyordu.

Biraz ileride bir ışık gördü. Bir ümit o tarafa doğru koşmaya başladı. Yaklaştıkça parıltının bir barakanın penceresinden geldiğini anladı. Barakaya vardı, kapısı dışarıdan asma kilitle kilitlenmişti. Yine de vurdu. Açan olmadı. Kimse yok mu diye içeri seslendi. Ses gelmedi. Barakanın etrafında yürümeye başladı. Işığın geldiği pencereye vardı. Perde içeriyi görmesini engelliyordu. Cama vurdu, ses gelmedi. Bir süre kapıya, cama vurup bağırdıktan sonra çaresinin camı kırıp içeri girmek olduğunu düşündü. İçeride biri yoksa ne güzeldi. Varsa da hâlini izah eder, aman dilenirdi. Pencereden gelen ışıktan faydalanarak yerden büyükçe bir taş buldu. Taşı cama fırlattı. Taş cama vurdu. Cam kırıldı. Baraka yıkıldı, sonra birden yok oldu. Işık da barakayla beraber yok oldu. Karanlıkta kaldı.