O mayıstaki kuraklık gibisi daha önceden görülmemişti. Barajlardaki sular bitti bitecekti. Tarlalarda ürünler telef olmuştu. Ülke perişan haldeydi. Çimenler yeşil renginden vazgeçmiş, her taraf sapsarı sararmıştı. Susuzluğun üzerine erkenden gelen kavurucu yaz sıcakları eklenince bir zamanlar yeşilin hakimiyet altındaki ülkenin devasa bir çöle dönüşmesi an meselesiydi.
Gün boyunca mahallelerde gereksiz su kullanımına karşı anonslar yapılıyordu. Her yerde suyu idareli kullanmaya dair posterler asılıydı. Milli eğitimin talimatıyla okullar da alarma geçmişti. Her derste su mevzuları açılıyor, öğretmenler canla başla öğrencileri bilinçlendirmeye çalışıyordu.
Metin Hoca bir lisede din kültürü öğretmeniydi. O da derslerinde elinden geldiğince suyu israf etmemek gerektiğini anlatıyordu. Bir dersinde aklına geldi, “biliyor musunuz gençler, yağmur duasına çıkmalıyız” dedi öğrencilerine. Öğrencileri kıkırdadı. Metin Hoca’yı da dersini de pek ciddiye almazlardı. İçlerinden bir işgüzar dersi kaynatmak için “yağmur duası nasıl yapılır hocam” diye bir soru attı ortaya.
Metin Hoca başladı anlatmaya. “Önce herkes günahlarından tövbe edecek, küs olanlar barışacak, haklar helal edilecek daha sonra fakir fukaraya sadaka vereceğiz ayrı ayrı. Sonra şehrin dışına çıkacağız, yanımıza ihtiyarları, çocukları ve evcil hayvanlarımızı alacağız. Çünkü bunlar zayıftır, duaları daha makbuldür. Giderken boynumuz bükük duracak. Nasıl ki bir padişahtan bir şey istemeye giderken el pençe duracaksak öyle olacak halimiz. Şehrin dışına çıktık mı kıbleye döneceğiz. “Ya Rab sen zenginsin, biz fakiriz. Bize bol yağmur indir, indirdiğin yağmuru bize kuvvet ve güç eyle.” diye dua edeceğiz. Bunu üç gün peşpeşe yapacağız.
“Kesin bilgi mi hocam bu, yayalım” diye sordu öğrencilerden biri ağzını yaya yaya. Bir diğeri “Hocam hocam bu kadar kolaydı madem neden hâlâ yağan eden bir şey yok?” diye girdi araya. Metin Hoca tedbir ve tevekkül konusunu açacak oldu ama öğrenciler onu istihza dolu sorularıyla susturdu. “Hayvanları neden götürüyoruz hocam ben orada kaldım? Bizim Çomar’ın duası benden daha mı makbul yani şimdi, hahah”, “Hocam itler dua etse gökten kemik yağardı” arkalardan bir öğrenci “hav hav” diye girdi araya, gerisi gırgır şamata.
Teneffüste dahi devam ettiler yağmur duası şakalarına. Aralarından biri işi daha da abarttı, “Arkadaşlar, bir durun beni dinleyin. Bilim ne diyor? Bir şeye yanlış diyebilmek için önce test yapmanız gerek demiyor mu? Hadi yağmur duasına çıkalım. Ki işe yaramayacak ama olsun denemeden bilemeyiz. Bir de yağmur yağıyormuş sonra puhaha, fena mı olur?”
Dört genç bahçeye indiler, bahçenin müdavimi olan sarı kediyi de bulup yanlarına aldılar. Ellerini kaldırdılar ve abartılı jest ve mimiklerle dua ediyormuş gibi yaptılar, arada kahkahalar atıyorlardı. Bağıra bağıra amin derken bahçeye çıkan herkes onları izliyordu. “Eee beyler, ne zaman yağacak şimdi bu” “Beyler, şehrin dışına çıkmadık, olmadı böyle, bari okulun dışına çıksaydık” “Aman oğlum be altı üstü maytap geçiyoruz”
Ders zili çalınca sınıflarına geçtiler. Dersin başlamasıyla birlikte dışarıdan bir bağırma sesi duyuldu. Güvenliklerden biri burnuna damlayan yağmur damlasının heyecanıyla “yağmur” diye bağırmıştı. Küçük damlalar hemen arttı ve hızlandı. Tüm öğrenciler pencerelere koştu. Gökyüzünden şakır şakır yağmur dökülüyordu. Yandaki ilkokul binasından çocuklar dışarıya akın etti. Yağmurun altında sevinçle koşturdular. Herkes kuraklığın nihayet bitmiş olmasının heyecanını yaşıyordu. Toprak yağmur damlalarını bağrına basıyordu.
Bir önceki teneffüste yağmur duasına çıkan dört kafadar birbirlerine şaşkınlıkla bakıyorlardı. “Lan oğlum tabii ki tesadüf, Allah bizim dalga geçtiğimizi bilmiyor mudur” diyerek noktayı koydu elebaşları. Kimse tatmin olmadı bu açıklamadan, aylardır tek damla düştüğü yoktu, kışın kar bile yağmamıştı ve yağmur yağmadan üç dakika önce şakasına da olsa yağmur duası yapmışlardı. Tesadüfse bile epey ilginç bir tesadüftü.
Dört genç o gün de her okul çıkışı olduğu gibi erkek yurdunun bodrumundaki bilardo salonuna geçti. Bilardo salonunun kasasında duran çalışan bizim dört genci her gün göre göre tanır olmuştu. Onlara bir iş için dışarı çıkması gerektiğini, salonun anahtarını onlara bırakacağını, içeriye kimseyi almamalarını, işleri bitince de kapıyı kilitleyip çıkmalarını söyledi. Dört genç tüm mekanın kendilerine kalmasından memnun, kabul ettiler adamın bu isteğini. Kimse gelmesin diye de bir güzel kilitlediler kapıyı.
İkiye iki grup olarak bilardo oynamaya başladılar. Dışarıda yağmur hâlâ devam ediyordu, sesinden şiddetinin arttığı da hissedilebiliyordu. Dört genç oyuna iyice dalmıştı, yağmuru duymuyorlardı bile.
Ta ki yağmur kendini duyurana kadar. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki binanın etrafında yükselen sulara dayanamayan bodrum pencereleri büyük bir şangırtıyla parçalanıverdi. Gençler ne olduğunu daha anlayamadan pencerenin önünde içeri girmeye can atan su kütlesi büyük bir coşkunlukla içeriye akın etti. Dört genç kendilerini birden omuzlarına kadar suyun içinde buldular. Su hızla içeri dolmaya ve yükselmeye devam ediyordu. Gençler panikle birbirlerine bağırmaya başladı.
- Oğlum çıkalım hemen, boğulacağız burada
- Abi ben yüzmeye bilmiyorum, öldüm ben, bittim
- Anahtar hanginizde lan
- Kapıyı açın, çıkalım buradan
- Allah’ım ölmek istemiyorum, anahtarı bulun oğlum
- En son sendeydi lan eşşoğlusu naptın anahtarı
- Hayır lan, sendeydi işte
- Beyler ben yüzme bilmiyorum, dışarı çıkmamız gerek
- Biz napmaya çalışıyoruz lan
- İMDAT! KURTARIN BİZİ BURADA MAHSUR KALDIK!
- Bağırma oğlum, çıkacağız, sakin
- İMDAT! Öleceğiz burada
- Öldük abi, yok anahtar
- Pencereden çıkabilir miyiz?
- Öldük öldük kurtulamayacağız buradan
Gençler pencereden çıkma planları yaparken bir dalga daha doldu içeri. Anahtarı bulamadılar. Pencereden çıkamadılar. Kendi dualarında boğuldular.