Nasıl derler bilirsiniz, bütün aşk hikâyeleri birbirine benzer ama yine de klişeleri dinlemeye doyamayız. Ortaya bir imkânsızlık, bir tutku, bir de hikâyeyi ilginçleştiren bir güzellik koymak yeterlidir. Gerisi kendiliğinden gelir. Aynı yerde merak duyar, aynı yerde ah ederiz. Aynı sondur kendimizi bulduğumuz, dıştan üzülüp, içten içe sevindiğimiz yer. Mutsuzluğu kendisine özgü bir insanın daha topluma kazandırılma töreni gibidir dinlediğimiz her aşk hikâyesi. Çünkü şartı budur klişenin: kavuşamamak trajedisi.
Acı bir fren sesi. Yoksa keman mı? Belki de sura üflendi. Bu toz duman dinince göreceğim şey, belki de cennetin kapısı. Kim bilir bana “haydi, gir cennete” denildi de bilmediğim bir dil olduğundan anlayamadım ilk duyuşta. “Bir şeyleri kaçırıyor muyum” ile “yine neleri yanlış anlıyorum” hisleri arasından beni o çekip çıkardı. Buse. Bunun için arabamın ön camını saçlarıyla süpürecek kadar yaklaşmış, sol elini yumruk yapmış, camı tıklatıyordu. Freni anlayamamıştım ama tık tık seslerinin anlamı açıktı: “Selam, ben Buse, bu hayatta senin başına gelmiş en güzel şeyim” demekti bu.
Direksiyonun üzerinden ön cama doğru uzandım. Saçlarına elimden geldiğince yaklaşmak için burnumu cama yapıştırdım. “Hoş geldin” anlamında sağ elimle cama iki kere tıkladım. Birden irkilip “şaka!” diyerek kendini geriye atması bir oldu. “Aaa dilimizi biliyormuş” dedim gayri ihtiyari. Daha önce hiç cennete gitmemiştim, cennet kadınları, huriler, melekler henüz tanımadığım varlıklardı. Oysa Buse öyle miydi? Cennetten beraber kovulmuş olsaydık bu kadar tanışıklık hissedebilirdim. Bu fikir hoşuma gitti. “Ne kadar yasak elma varsa hepsini yiyelim seninle Buse.” diye mırıldandım. Hayır, yalan. Henüz adını bilmiyordum. Bu hisle dehşete düştüm ve arabadan indim. Ona bir melek, bir huri, bir cennet kadını değilmiş de sıradan bir dünyalıymış gibi davrandım. Erkeklik böyle bir şeydir çünkü. Baş edemediğimiz bir güzellik görünce, ancak onu küçültürsek ona sahip olabileceğimizi düşünürüz. Ben de öyle yaptım. “Önüne baksana ya! Neredeyse eziliyordun, intihar mı etmek istiyorsun?” diye bağırdım. Adının Buse olduğunu sonradan öğreneceğim bu cennet gülüşlü huri, erkek diline hâkim değildi, neredeyse onu ezmediğim için bana teşekkür edecek kıvama geldi. Gülümsedim. Karşılık verdi. Ve beni bir saraya aldılar.
Kader mi talih mi şaka mı? Hangisi duruma daha uygun bilmiyorum ama huriler bu dünyada “Salda gölü milli park olmasın aktivisti” olabiliyor. Dönüş otobüsünü de kaçırabiliyor. Isparta-Burdur yolu üzerinde otostop bile çekebiliyor. Bu ayrıntıları ve adının Buse olduğunu, İzmir’de Psikoloji bölümü üçüncü sınıf öğrencisi olduğunu; o arabaya bindikten biz yola çıktıktan sonra öğrendim. Soru sorma sırası ona da geldi.
“Sizin adınız nedir?”
Bir lahzada söyledim: “Kıraliçelik.”
Gülmekle şaşırmak arasında kalıp tuhaf sesler çıkardı. “Nasıl, anlamadım?”
“Neyi anlamadın?”
“Adınızı.”
“Kıraliçelik. Heceleyeyim mi? Kı-ra-li-çe-lik. Adım Kır Ali. Soyadım Çelik.”
“Adınızı hızlı telaffuz edince, krallık, kraliçelik anlamı bağlamında, kraliçe” -biraz duraksadı- “lik anlamına geldiğinin farkında mısınız?”
SARIŞIN MI BU KIZ? Yoldan gözlerimi ayırmak pahasına dönüp yüzüne baktım. Yüzü, yüzünden başka bir şeyi düşünmeye engel olacak kadar güzel.
“Aşağı yukarı okumayı öğrendiğim günden beri,” diye cevapladım keyifsizce.
“Bir hikâyesi var mı?” dedi sesinde hafif bir alaycılıkla.
Tekrar yüzüne baktım, öylece hayatıma girivermişti işte, ne yapabilirdim ki, yola döndüm tekrardan.
“Var” dedim elim mahkûm. Vardı da zaten. “Ama öyle çok cafcaflı bir hikâye değil. Dedemin zamanında köyde birden fazla Ali varmış, benimkinin saçları beyaz, sakalları kırçıllıymış, zaman içinde herkes ona Kır Ali demeye başlamış. Bizimkiler de benim için çok isim aramamışlar. Alilerle karışmayayım, dedemin hatırasını yaşatayım, bilindik hikâyeler işte…”
“Zor olmuyor mu?” dedi.
Ne zor olmuyor mu acaba? Acaba neden şu an bu meseleleri konuşuyoruz diye düşünerek “Nedir zor olacak olan?” dedim.
“Tüm ömrünüz boyunca dedenizin mirasını taşımak.”
“Eh bu araba, evim falan da ondan kalmış sayılır en nihayetinde”
“Ama isim, benlik falan farklı şeyler, üstelik soyadınızla oluşturduğu kombin, belki de hayatınız üzerinde tercih etmeyeceğiniz sonuçlara yol açtı”
“Ne gibi sonuçlar?”
“Bilmem, bunu siz bulabilirsiniz ama bulmanız konusunda size yardımcı olabilirim”
Yine yüzüne baktım. Yüzüne bakmak için bahaneye ihtiyacım yoktu. Onun gülmek için bir sebebinin olmasının gerekmediği gibi. O yüzden neden gülümsediği üzerinde düşünmedim.
“Ol bakalım…” dedim. Çapkın bir biçimde gülümseyerek. Olsun ne olacaksa, elinden gelecekse, boynum kıldan ince, aheeeey, aheeey, yehaaay moduna bağlanmışken sorusuyla beni o dünyadan çekti.
“Bu isim size nasıl hissettiriyor?”
“Tanınmış”
“Başka”
“Fazla…”
“Yani?”
“Olduğum yerde hep benden fazlası vardı…” duraksadım. Köydeki zamanlarım aklıma geldi. Olduğum yerlerde hep dedemin anıları anlatılır; ismini taşıyan torun olarak ben, kendim silinir de silinirdim. “Bana yer kalmıyordu…”
“Nasıl yer kalmıyordu?”
“Ben olmama yer kalmıyordu köydeyken. Okulda da işte, kraliçe diyorlardı elbette. Orada da yoktum. Kadın olmasam da tam bir kraliçeydim yani…” gülmeye çalıştım ama pek beceremedim. “bunları duymamak, muhatap olmamak için, çocuklarla takılmazdım.” Sesimin çatlak tonu hoşuma gitmemişti. Neden hayatımın kendime en uzak olduğum, ona karşı en savunmasız kaldığım yerlerinden konuşuyoruz diye öfkelenecek oldum ki.
“Bu isim hayatınıza yayılmış ve hatta ağırlığı altında da ezilmişsiniz sanki?” dedi.
Nereden bulmuştu bu kelimeleri? “Olabilir” dedim.
“Bu yaygın ve ağır şeyi biraz daha tarif etmek ister misiniz? Neye benziyor, kokusu ne? Rengi nasıl? Başka hangi özellikleri var?”
“Yapışkan”… “cıvık”… “kurtulması zor”… “at gibi kokuyor”… “krem”… “kimse onu fark etmiyor” “kimse onu benim onu gördüğüm gibi görmüyor.”
“Çok güzel” diye cırladı. Ne oldu acaba diye dönüp yüzüne baktım yine. Gözlerinde bir parıltı. Yine de bu sefer yüzü, içimi rahatlatmadı.
“Şimdi, Kırali bey, size bunu hissettiren şey için bir isim seçmenizi istiyorum. Bir nesne olsaydı, adı ne olurdu? Herhangi bir şey olabilir. Ama saydığınız bu özellikleri içermesine dikkat edin. Bir obje, günlük kullandığınız bir şey; tüm bu özellikleri kendinde barındırdığını düşündüğünüz bir madde?”
“Bu…” Gözümün önü kararmaya başlamıştı yine. Arabayı kenara çekmek zorunda kaldım.
Buse aşırı heyecanlıydı. Bunu titreyen sesi parlayan gözlerinden anlamak mümkündü. Elimi boynuna götürsem kalbini de duyabilirdim bence. Götürmedim.
“Bu…” O esnada yağmur döküştürmeye başladı. “Yağmur gibi aynı anda her yerde ama…” “Ferahlık ve kuşatıcılık yok onda.”
Buse atıldı. “İşgal mi var?”
“Evet…” “kendisiyle, kokusuyla, sevenleriyle…”
Çok heyecanlıydı. “Ne olurdu adı… neye ben…”
“Bu apaçık ekşi maya!” diye sözünü kestim. Çok çetin bir savaş vermişim de beyaz bayrak çekmiş gibiydim. Buse için ise her şey yeni başlamış gibiydi.
“Şimdi, sizden beni ekşi mayanın yerine koymanızı ve ekşi mayayla konuşmanızı istiyorum,” dedi.
Kafamı kaldırdım. Buseye baktım. Kara gözleri sarı saçlarının içine gömülüyor gibiydi. Sonra saat yönünde dönmeye başladılar. Gözler döndükçe saçları kabardı, saçları kabardıkça vücudu biçimini değiştirdi, çok kısa bir süre içinde arabamın ön koltuğunda yapışkan, akışkan ve gittikçe kötü kokan kocaman bir maya kütlesi görmeye başladım. Tüm ekşi mayaları yok edemeyeceğimi kabul ettiğim bu yolculukta, sevdiğim şeyler ekşiyip mayalaşmaya mı başlamışlardı yani, bu da mı olmuştu?
Mayayı daha fazla cıvımadan ön koltuktan aldığım gibi bagaja götürdüm. Orada bulduğum bir iple çeşitli yerlerinden bağlamayı da ihmal etmedim. Bu mayayı gösterip, dünyadaki diğer tüm mayaları tehdit edebilirdim. Arkadaşınızı istiyorsanız onu da alıp defolup gidersiniz bu diyardan diyebilirdim. Direksiyonun başına geçtim, önce cennet kadını sandığım sonra ekşiyip mayaya dönüşen Buse’nin oturduğu koltuğa baktım. Aşk hikâyeleri böyledir diye düşündüm. Ortaya bir imkânsızlık, bir tutku, bir de hikâyeyi ilginçleştiren bir güzellik koymak yeterlidir. Klişe kendiliğinden gelir.