Ayak, Enişte, Ceylan
26 Ağustos 1491
EFLET
Hava çok sıcaktı. Güneşin tam tepede olduğu bir saatte nakış nakış işliyordum taşları. Alnımdaki terler birbiri ardınca damlıyordu. Öyle ki akan tuzlu sudan gözlerimi bile açamaz oluyordum. Hiç bu kadar bunaltıcı havada çalıştığımı bilmezdim. Önümde işlediğim bu sert kayalara düşüp üzerinde iz bırakan damlalar, belki de elimin altında yumuşayıp şekil almasını sağlıyordu.
Giydiğim gömlek de belimdeki kuşak da terden nasibini alıyordu. Mavi çakşırımsa iyice yıpranmış toza bulanmıştı. Bunu sorun yapacak halde degildim. Arada hafif bir esinti çıkıyor, düğmeleri sonuna kadar açık gömleğimden içime doluyordu. Tenimdeki damlaları soğutarak ürpertiyordu beni. Ancak o zaman biraz rahatlıyordum. Ara sıra kendini hissettiren hafif yel, güneşin altında çalışanlar için öyle güzel nimet oluyordu ki, "Yüce Yaradan bu garip kullarına acıdı da rahmetinin gereği gönderiyor bize bu yeli" diye düşünürdüm.
Ekmeğini taştan çıkarmak zor iştir elbet, ama bana sorarsanız asıl zor olan, işini İbrahim Halilullah gibi hakkıyla yapabilmektir. Ben ise O'ndan kalma bu mesleğin en iyi icra edildigi yerden geliyordum.
Elimdeki balyozu hiç durmadan sertçe vurmaya devam ettim. Taş yavaş yavaş şekil almaya başlamıştı. Bir iki sert vuruşun ardından elimdekini bırakarak doğruldum. Alnımdan akan terleri silip etrafımda, yaptığım işi öğrenmeye çalışan kalabalığa döndüm. Gerisi onlara kalmıştı. İkidir taşa vuruş tekniğini gösteriyordum. Ustam bile ilk çırak olduğum zaman bir defaya mahsus göstermişti bana. Ancak yaptığımız iş şimdi daha da mühimdi. Ben ve birlikte geldiğim işçiler bu ırak topraklarda devletimizi temsil ediyorduk. Osmanlı Sultanı Bayezid-i Veli yapılacak köprüler için taş ustaları isteyince, Hakanımız Semerkand'ın en iyi taş ustalarından birilerinin gönderilmesini emretmişti. Gidecek ustalardan biri benim de ustamdı tabii. Bu haberi duyduğumuzda "Altı üstü bir köprü. Koca Osmanlı'nın yapacak gücü mü yokmuş?" diye sormuştuk. Cevabını da ustadan öğrendik. Memluk devletiyle yaptığı savaşlar iki tarafı da çok yıpratmıştı. Osmanlı sultanı, hakanımızından gücünü artırmak için yardım istemiş. Ordusunun geçeceği yeni güzergâhlara köprü inşaa etmek için taş işçisi gerekliymiş. Hakanımız ise yardım teklifini neden kabul etti bilmem. Zaten benim gibi bir taş işçisinin de kafası basmaz pek devlet işlerine.
Sonra biz de ustayla beraber toparlanıp Semerkand'dan çıktık yola. Osmanlının güneyindeki sınıra kadar varmıştık. Yolun uzunluğu hepimizi yormuştu. Dinlenmeye ise vakit bulamadık. Memurlar bizleri çalışacağımız yere kadar götürdüler. Duyduğumuza göre uzun zamandır bölgenin başka yerlerindeki güzergahlarda da Osmanlının mühendisleri ve taş işçiler çalışıyormuş. Biz ise burada hem köprüler yapacaktık hem de onlara yardım edecektik.
Geçen zaman içinde bir köprü bitirmiştik bile. İkincisi için de tam sınır boyunda bulunan bir köyün yakınında işe koyulmuştuk. Köyden ara sıra yanımıza gelip bizimle birlikte çalışmak isteyenler de oluyordu. Genellikle taş kesme ve taşıma işlerini onlara yaptırıyorduk. Geriye kalan yontma işini de madırga ve tokmakla, ben ve yanımdaki birkaç kişi hallediyorduk. Güneşin altında, ter içinde kalmış bir vaziyette taşı nasıl keseceklerini göstermiştim onlara. Artık kendi işime bakabilirdim.
Devlet memurları emeğin karşılığı olarak üç-beş yevmiye verip gönderiyordu köylüleri. Gün sonunda aldıkları bu akçeler onlar için büyük nimetti. Sevinerek dönerlerdi köylerine. Gelenlerin çoğu perişan ve pejmürde bir halde görünürdü. Ancak yırtık ve yamalı elbiselerinin tek güzel yanı ise göğüslerinde taşıdıkları güzel kalplerini örtememesiydi. Evlerinde yiyecek iki kap yemeği dahi zor bulan bu insanlar, yine de bizimle paylaşmayı bilirlerdi. Öyle ki soğuk su ve katık taşıyan çocuklar gelip dururlardı yanımıza.
Kısa zamanda köy hakkında birçok şey öğrenmiştim. Sebebine gelince, ceylan gözlü bir ahrazdan başkası değildi elbet. Kaç memleket, kaç şehir, kaç köy gezmiş bu gönül onun gibisini görmemişti.
Elinden içtiğim bir tas soğuk katık, yediğim bir kap yemek yetmişti bana. Ceylan gözlerindeki o bakışla anlatmak isteyipte anlatamaması, eksikliğinden utanıp benden kaçması yetmişti yüreğimi kavurmaya. O gözlerdekini anlayamamak bizim eksikliğimizdi asıl. Eniştesinin itip kakmasına, ablasının azarlarına mani olamamak benim eksikliğimdi. Nasıl anlatırdım ki ona bunu?
Ara sıra yanımıza gelen köylülerden tanıdıklarımız yemeğe davet ederlerdi. Misafir ağırlayıp önüne bir kap yemek koymak büyük zevkti onlar için. Fakirse herkes fakirdi. Çok bir şey de olmazdı sofrada ama bizim için yeterdi. Hem Halilullah'ın işini yapıyorduk, hem de O'nun gibi misafiri seven evlerde konuk oluyorduk.
Bir gün ceylan gözlü güzelin eniştesi de davet etmişti beni. O zaman görmüştüm onu. Sonra da benim için uzun gelen bir sürede yine bekledim davetini. Arada yanına gider yakınlık kurardım. Yine çağırsa da gidip görsem onu diye. İlk kez kendimin değil de başkasının fakirliğine yanmıştım. Nihayetinde evlerine birkaç kez daha gitmek nasip olmuştu. Hiçbirinde de konuşamamıştım. Utanıp kaçıyordu benden.
Köprü işlerini ise hızlandırmıştık. Vezirin askerlerinden biri gelip ordunun sınıra gelmesinin yakın olduğunu söyleyince ustayı bir telaş almıştı. Herkese kızıp bağırıyor, sürekli başımızda, uyuşuk uyuşuk davranmakla itham ediyordu. Köprü bitmek üzereydi ancak ustanın çenesi bitecek gibi durmuyordu.
Taşa gösterdiğim sabrı insanlara gösteremiyordum artık. Herhalde diyorum, taşın da dili olsa ona da göstermezdim. Enişteye ve ablasına da gösteremediğim gibi. Hele onlara nasıl gösterirdim ki? Ceylan gibi ürkek, masum bir dilsizi itip kaktıklarına şahit olduktan sonra.
Artık biliyordum Semerkand’dan buraya ne için geldiğimi. Sadece bir devletin güçlenmesine sebep olmak için köprü yapmaya gelmemiştim. Ya da başka bir devletin yenilgisi için de. Kendi içimde yaralı bir ceylanın sığınağına gidecek köprüyü de inşaa ediyordum. Ona kimsesizliğini hissettirmemek, sahip çıkmak için gönlüme doğru yol alan bir köprüyü.
Nehrin üzerine inşaa ettiğimiz köprü bitmek üzereyken karşısına çıkıp konuşma cesaretini göstermiştim. Ben söylemiştim, ceylan gözlü mecbur dinlemişti. Demiştim ki ona, “Sen bir öksüz, ben bir garip, alayım mı seni?” Merakla bana bakmıştı bu sefer. “Nasıl olacak?” der gibi. Kaçacaktık tabii. Köprü biter bitmez hem de. Mutlu olmadığı bu yerde neden duracaktı ki? Hayattaki tek yakını olan ablasının bile onu istemediği bu yerde niye duracaktı? Tereddütü görüyordum gözlerinde. Onun için zordu biliyorum. Dikkatle bakmıştı bu sefer. Daha önce hiç bakmadığı kadar çok bakmıştı gözlerime. En sonunda kafasıyla onaylayınca rahatlamıştım. Geriye sadece birkaç günü saymak kalıyordu bizim için.
O gün geldiğinde gece vakti evinin yakınlarında bekliyordum. Etraf zifiri karanlığa teslim olmuştu. Tatlı bir yelin tenime deyip geçtiğini hissettim. Karşıdan onun geldiğini gördüm hemen. Başında al yazması, ayağında ince, yırtık çarıkları ile koşarak gelmişti yanıma. Elleri boştu. Alacak bir şeyi yoktu belli ki. Gözlerinde ne korku, ne de bir damla yaş gördüm. Sadece gizli saklı bir iş yapmanın heyecanını yaşıyordu. Önünde bağladığı ellerini çözüp birini taş oymaktan nasırlaşmış kocaman avucumun içine almıştım. O sırada köyün çıkışından seslerin geldiğini işittik. İyice bir telaş sarmıştı bizi. Köprüye doğru koşmaya başlamıştık. Geçmemizeyse az bir yol kalmıştı. Arkamı döndüğümde ay ışığında görebildiğim kadarıyla vezirin ordusu gelmekteydi. Memlüklülerle Osmanlılar arasında yeni bir savaşın vakti gelmişti demek. Daha hızlı koşuyorduk artık. Hem gözükmemek hem de bir an önce köprüyü geçip gidebilmek için dikkatli olmalıydık. Ceylan gözlünün ayağı kayıp düşmeseydi, sımsıkı tuttuğum elimi bırakmasaydı başaracaktık da. Görünmemek için hızlı hızlı geçtiğimiz nehrin kıyısından sessizce aşağı doğru yuvarlandığını gördüm. Attığı çığlıkları sadece köprüsünü inşaa ettiğim gönlüm duyabilmişti. Eflet gibi bir taş işçisinin de inşaa ettiği köprü ancak bu kadar dayanıklı olurdu işte.
Kurtarmak için peşinden atlamıştım. Ancak nafileydi tüm çabalarım. İkimiz de kimsesiz göçüp gidecektik bu dünyadan.
*Eflet= Eflatun demektir. Ahıska Türklerinin taktığı bir ad. Karakterin ismi olarak kullandım.
Gözde Yılmaz
Öykü atölyesinin dışından bir mandal olarak sesleniyorum ahali !
Bunaltıcı bir yaz günün içinde çalışmaktan yorgun düşmüş bir bedeni tasvir eden cümlelerle başlayan öyküde kendi halinde mazlum bir çırak karakteri görünüyor. Öykünün devamında çırağın bu çağdan olmayışını evvelden Osmanlı toprağı olan beldelerin ismini okudukça anlıyoruz. O zamanları, hiç bilmediğim kentleri hayal ediyorum okurken. O kentin içinde de karakter bir bedene bürünüyor. Artık sıradan bir çırak olmanın dışında Osmanlı dönemininin izlerini üstünde taşıyan bir adam olabiliyorr. Ceylan gözlü kız karakteriyle çok ince bir romantizme kapı aralayan yazar bunu öykünün içine abartsız dokumayı çok iyi başarmış fikrimce. Son olarak böyle tarihi esintiler buldugumuz bir öyküye ancak eski Türkçe anlamlı bir sözcüğün yakışacağının da düşünülmüş olması epey mantıklı olmuş.
Yorumlarınız için teşekkür ederim :))
Giriş kısmında karakteri ve yaşadığı durumu güzel betimlemişsiniz, okur kolaylıkla zihninde canlandırabiliyor.
Merhaba,
Öncelikle dilin hayet güzel ve öykünü rahatlıkla okutuyor. Eline sağlık tarzım olmamasına rağmen ben beğendim. Üzerine çalışılsa belki biraz daha uzun ve kesinlikle kitaba girebilecek bir metin çıkar. İvo Andriç'in Drina Köprüsünü anımsattı bana, çok severek okumuştum onu da.
Gelelim eleştiriye.
Girizgahı biraz uzun tutmuşsun. Betimlemelerin ve atmosfer oluşturma çabaların bu kısalıkta öyküden ziyade bir roman bölümü başlangıcı gibi. Ama 3 günde yazıyoruz bunları bu yaptığım eleştiriler hoş görülmesi gereken detaylar.
Finale doğru biraz yazmaktan yorulduğunu hissettim. Ne kadar doğru bilmiyorum. Çünkü o kadar kurduktan sonra öyküyü, daha etkileyici, güçlü bitirmeni arzulardım. Hikayen buna müsait.
Yorumum bu kadar. Tekrar tebrik eder, güzel öykülerinin devamını dilerim.
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Öykünün sonunun çabuk bittiğini, ben de sonradan fark ettim. Yorumunuzu da dikkate alıp tekrar elden geçireceğim:)
Merhaba. Ben atölye dışından katılıyorum. Hikayenizi çok beğendim. Üslubunuz çok hoş. Anlatı sırasında okuru tutuyorsunuz. Kelime seçimleri, betimlemeler gayet başarılı. Ben metni gerçekten beğendim. Tebrik ediyorum. Şu cümlede sadece bir anlatım sorunu var gibi geldi. Yani metnin devamında "benim hayatım çıraklık dönemlerimde geçti. Ben otuz üç kere yeniden çırak oldum" gibi bir şey geçseydi "ilk çırak olduğum zaman" ifadesi hoş olurdu. Ama böyle bir şey yok. O yüzden ilk kelimesinin kalkabileceğini düşünüyorum. Yazıyla kalın.
Haklısınız. Düzelttim. Teşekkür ederim :)
Bu cümle garip durmuş paragrafta
Arkadaşın dediği belki doğru olabilir ama güzel bir cümle olmuş. Önemli olan elbise değil kalp düşüncesini aktarmış.
Teşekkür ederim. Cümleyle belki biraz oynasam anlam daha iyi otururabilirdi de. Katılıyorum size:)
Bu benzetmeden dolayı, öykünün sonunda karakter aşkını ilan edecek ama kız sağır ve dilsiz olduğu için ona karşılık veremeyecek sanmıştım. Öyle olmadıysa da daha kötüsü oldu. Demek ki her türlü kavuşamayacakları varmış. :)
Gerçekte de biraz böyle olmuyor mu:))
Bu cümleyi çok sevdim
Gerçekten samimi bir cümle fakatb sevgili yazar size bir kitap önerebilir miyim :)
Tabi.:)
E bu çok güzel :)
:))
bu cümle hoşuma gitti. sonu biraz hızlı gitmiş. kaleminize sağlık.
Teşekkür ederim. Sonradan okuyunca ben de fark ettim. Bir şeyler daha ekleyebilirmişim
Neden ki :) bir isteseydi
:))) enişteye çok değinmememden kaynaklı bir soru oldu bu. Benim hatam
Çok çabuk onayladı kız ya hu
Çarık daha hoş dururdu burada sanki
Mutlu bir son bekliyordum,çarpıcı ve üzücü oldu.Genel olarak çok beğendim hikayenizi,eskiden bu olay yaşanmış dense itiraz etmem öyle güzel anlatmışsınız,ellerinize sağlık,kaleminize kuvvet
Bir şey itiraf etmek istiyorum. Aşk ve romantizm aslında hiç benlik değildir. İlk defa içinde aşk geçen bir yazım oldu :/ Yorumlarınızı da okudum ve dikkate alacağım :) Teşekkür ederim
Selvi Boylum Al Yazmalım geldi aklıma bir an dedim mutlu son olur mu acaba, olmadı :) İçerik ve kurgu olarak çok sevdim. Okuyucuyu merakta bırakmamışsınız bu da iyi olmuş. Sadece girişte bir kopukluk yaşadım ama galiba o benden kaynaklanıyor da olabilir. Ara cümleleriniz de çok hoş olmuş. Ben sevdim :) Kaleminize, fikrinize sağlık.
Düzeltmelere ve kopukluğu da bakacağım. Yorumunuz için teşekkürler:))
bu hafta okuduklarım genelde güzeldi ama bu hikayeyi ayrı bir sevdim, acemilik çekilmemiş ya da üstünde iyi durulmuş, düşünülmüş izlenimi veriyor. elinize sağlık, gerçekten beğendim.
Çok teşekkür ederim:)))
Daha önce okuduğum öykülerin de olduğu için, bu çok daha genel bir yorum olacak aslında. Senin anlatımını beğeniyorum, sıkmıyor ve aşırılıklara kaçmıyor. Bu öyküde de öyle olmuş. Ayak kelimesi öyküde nerelerde geçti hatırlamıyorum ama kurguda büyük bir payı yok gibi. Bu hafta hepimizin eksikliği bu olmuş sanırım. Ben çok beğendim, emeğine sağlık. :)
Teşekkür ederim Özge:))
Tebrik ediyorum çok güzel bir anlatımız var, hoş bir öyküydü ama neden böyle oldu sonu? Üzdü. Kaleminize sağlık.
Gerçekçi olmaya çalıştım. Maalesef eski zamanlardan okuduğumuz sevdalar da hep kötü bitmiyor mu :/