BİZE CANAVARIN HİKÂYESİNİ ANLAT Elif Ezgi BEKTAŞ
"Kwentra lye i'narn"
- Yıldızları çalınmış bir gece vardı tepemizde. Denizin hırçın dalgaları geminin burnunu içine çekiyordu. Yağmur göz açtırmıyor, uğultu kulak tırmalıyordu ama asıl korkutucu olan canavardı. Hissediyorduk, etrafımızda halkalar çiziyor, saldırmak için fırsat kolluyordu. Onu görmemiştik ama varlığını bilmek bile bedenlerimizin karıncalanmasına yetiyordu. Ellerimiz uyuşurken ruhlarımız titriyor, kaygı tohumları filizlenen yüzümüzden dehşet okunuyordu. Sonra o ses duyuldu; sağır edici, yürek hoplatıcı, ölüme davetkar... Ardından karanlıklar aydınlandı, gök ikiye yarıldı, üstümüze doğru beyaz bir huzme…
- Sonra güzeller güzeli bir peri göründü değil mi? diyerek araya girdi Nick, küçümseyen gülümsemesi suratına yayılıyordu.
Yaşlı adam sözünün bölünmesine epey öfkelenmişti, buruşuk yüzünü astı ve içinden koca bir küfür etti oğlana. Tekrar ağzını açıp hikayeye devam etmeyecekti. Çünkü olmazdı, heyecanı bir kere halı altına süpürülmüştü, istese de tekrar aynı ritmi yakalayamazdı.
Gözlerini kısarak odadaki çocukları süzdü. Ranier kafasını eğmişti, kardeşinin yaptığı kabalıktan dolayı mahcup görünüyordu. Gambia'nın bakışlarında ise hikâyenin devamına duyulan merak vardı, Lena kaygılıydı ve aptal Nick hâlâ sırıtıyordu.
- Bugünlük bu kadar yeter, dedi adam. Yanındaki değneğe tutunarak ayağa kalktı. Altı adım ilerideki kapıya yöneldi ve çocuklara hadi gidin, diyen bir bakış fırlattı. Her biri çekinerek "İyi günler Bay Denizci." dedi ve çıktı evden.
Şimdi sokaktaydılar, Nick'in ağzına sert bir yumruk geçirmemek için kendilerini tutuyorlardı.
- Her şey senin yüzünden, senden utanıyorum, benim kardeşim olmamalıydın, diyerek açılış yaptı Ranier.
- Artık büyümelisin, dedi Lena.
- Bizden biri olmak istiyorsan Denizci'ye saygı duymak zorundasın, diye sert bir tavır koydu Gambia.
Cümlelerini bitiren çocuklar, Nick'in birazdan üstlerine kin kusacağını biliyorlardı ve Nick de çok bekletmedi onları;
- Ahmaklar, sizin o saçma sapan ekibinizde olmak isteyen kim. Küçük, tarla sıçanlarısınız hepiniz. Günahkâr hırsızlar. Masallar anlatan, yalancı, yaşlı bir adamın sözlerine inanacak kadar beyinsizsiniz.
Ranier bunları duyunca kıpkırmızı kesilmişti. Nick'i yakasından tutup onu iki metre sürükledi ve;
- Sırf Rahip'ten daha iyi hikâye anlattığı için Denizci'ye yalancı diyemezsin, diye bağırdı.
Fakat Nick'in yüzünde korkudan eser yoktu, daha çok ısırmak üzere olan bir yılana benziyordu.
- O yalancı, dinsiz, bunak adam sizi kandırıyor; denizci değil o. Hatta deniz görmüş olduğundan bile şüpheliyim. Sol ayağını da bir canavara yem etmediğine iddiaya girerim. Siz hepiniz… Ve bu hakaretlere daha fazla dayanamayan Ranier, Nick'in cümlesini bitirmesine fırsat vermeyen o yumruğu indirdi.
***
Ranier günlerdir kardeşi ile konuşmuyordu. Aynı bahçede çalışıyor, aynı masada yemek yiyor, aynı evde uyuyor ama aynı gürültüyü paylaşmıyorlardı. Anneleri artık onlara barışın, demekten yorulmuştu. Çocuklarının gün geçtikçe birbirine düşman olması zavallı hasta kadını iyice yıpratıyordu. Nick, işlerden arda kalan zamanlarda kiliseye gidiyor, bütün gününü rahiplerin dizinin dibinde geçiriyordu. Ranier ise evden çıkar çıkmaz Lena denen sarışın kızla ve sıska çocuk Gambia'yla buluşup haylazlık peşinde koşuyordu. İkisi de çok başka yolların yolcularıydılar ve gittikçe birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Neyse ki kadıncağız onların bu günlerde pek yan yana gelmediğini biliyordu da, akşama kadar bir de kim kimi dövdü telaşına kapılmıyordu. Zaten iki metre toprağın başını beklemek yeterince zordu. Lahanaları çalınmasın, turpları sökülmesin diye bütün günü bahçede geçirmek; güneşin kafa derisini pişirmesine, boş midesini kaynatmasına sabretmek ve o ayı nasıl çıkaracaklarını kara kara düşünmek… Tüm bunlar yeterince zordu zaten. Bir de üstüne çocuklar eklenince, yaşam çekilmez bir dert hâlini alıyordu.
***
Gambia, ağacın dibinde oturan Ranier ve Lena'ya doğru koşuyordu. Nefes nefese kalmıştı, yanlarına gelip çöktüğünde tam iki dakika hava yuttu. İlk lafa giren sabırsız Lena'ydı;
- Eee söylesene, ne geldi bugün kasabaya?
- E… elma, diye cevap verdi Gambia.
- Bak sen, kaç kasa getirdiler? Diye atıldı Ranier.
- Ne kasası, koca bir araba elma doluydu. Diye cevap verdi Gambia, ağzı sulanmıştı.
- Bu elmaları kasabaya dağıtmayacaklarına eminiz değil mi? Diye sordu Lena, sinsice gülüyordu.
- Eminiz. Ama acele etmezsek, rahiplerin koca göbeklerine gidecek elmalar. Dedi Ranier.
- Bu hafta harekete geçmeliyiz o zaman. Diye ekledi Gambia.
Lena elini çenesine koyup düşünmeye başladı. "Hımm, humm..." diye ağzını oynatıyordu, aşırı ciddiydi, çocuklarsa merakla ona bakıyordu. Kız sonunda sessizliği bozdu;
- Zaten Nick şüphelenmesin diye uzun bir ara vermiştik. Şimdi harekete geçebiliriz. Ama eski yöntemlerle olmaz. Şifreleri değiştirmeliyiz. Görevleri de değiştirmeliyiz ve hatta farklı yollardan gitmeliyiz. Nick ne yapacağımızı, kimin ambarını patlatacağımızı bilmemeli, yoksa bizi ele verir.
Bu laflar üzerine Ranier gülümsedi. Ve kafa sallayarak;
- Tamam tamam Lena, dedi. Söylediğin gibi olsun. Ama aptal Nick asla kilisenin ambarına gireceğimizi tahmin edemez.
***
Sahiden de Ranier'in dediği gibi oldu. Nick, gece bahçede nöbet beklemesi gereken Ranier'in ortadan kaybolduğunu fark edince; onların Şövalye Beans'ın ambarına gittiklerini düşündü, kilise ihtimali aklının ucundan bile geçmedi. Derhal Beans'ın evine gitti ama orada çocuklardan hiçbir ize rastlamadı. Belki de Tombul Angela'nın hanına girmişlerdir dedi, bu sefer de hana doğru koşu kopardı.
Angela'nın yerine geldiğinde zor nefes alıyordu. Bacaklarının alev almış gibi yandığını hissetti. Hemen etrafı gözleriyle taradı, ama hayal kırıklığına uğramıştı, yine kimsecikler yoktu. Fakat buraya geleceklerinden emindi, gidecek başka yerleri yoktu, asla fakir birinin evine girmezlerdi. Yerinden kıpırdamadı. Ranier'i yakalayıp aşağılayıcı bir nutuk çekme ümidiyle hanın köşesine sinerek beklemeye başladı. Beklerken yüzünü Rahip Petrus gibi yapıyor, metinler kuruyor ve içindeki babacan sesle üç çocuğa da hitap ediyordu. Sabahın ilk ışıkları görünene kadar olduğu yerde kasılıp durdu, fakat gelen olmadı. Belki de korkup vazgeçmişlerdir diye düşündü. Evet beni görünce gelmekten korkmuşlardır diye kendini tatmin ederek, gururla geri döndü.
Nick eve geldiğinde karşılaştığı manzara yüzünden az kalsın küçük dilini yutacaktı; kapının önünde tam altı tane elma duruyordu. Kafası, o uykudayken kesilmiş gibi hissetti. Sanki biri o fark etmeden giysilerini üstünden almıştı. Sanki… Sanki dünyanın en salak adamı oymuş gibi kandırılmıştı. Buna cüret edemezler, diye haykırdı. Elmaların kiliseye geldiği gün o da Rahip Petrus'un yanındaydı, pek tabii biliyordu onların nereden geldiğini. "Günahkârlar! Hırsızlar!" diye bağırmaya başladı, ayaklarını yere vuruyor kapıya tekmeler atıyordu. Annesi bu gürültüye uyandı, hemen dışarı koştu. Korkmuştu, oğluna bir şey oldu sanmıştı. "İyi misin? İyi misin Nick?" Deyip duruyordu. Elleriyle oğlunun yüzünü tutuyor, yarası beresi var mı diye kontrol ediyordu. Çocuksa annesine aldırmadan "Günahkârlar..." diye bağırmayı sürdürüyordu.
Kadın, yerdeki elmaları görünce ellerini oğlundan çekti. Gözleri kocaman olmuştu. Altı tane kırmızı elma ona bakıyordu. O kadar parlaklardı ki… Güzel bir gülümsemeyle reverans verdi elmalara ve eğilip onları yerden aldı. Uzun uzun, hayran hayran izledi elmaları. Yüzündeki gülümseme ele geçirmişti kadını, artık Nick'in haykırışlarını bile duymuyordu. O sabah tam on altı evin kapısının önünde, aynı gülümseme insanları fethediyor ve herkese en son ne zaman bir elma ısırdığını sorgulatıyordu.
Kadın dakikalar sonra kırmızı meyvelerin büyüsünden kurtulunca içeri girdi ve heyecanla uyuyan oğlunun yanına koştu;
- Ranier! Ranier uyan! Tanrı bizi seviyor. Tanrının sevgili çocukları bize elma getirmiş. Ranier uyan! Hem de kıpkırmızılar…
Ranier annesinin sesini duyunca, gülümseyerek gözlerini açtı. Yataktan kalkıp kadının yanına gitti. Şaşırmış görünmeye çalışarak elmalardan birini eline aldı ve ardından koca bir ısırık… Nick ise öfkeden bahçede dört dönüyordu. Ama "Günahkârlar, günahkârlar..." diyerek attığı naralar, Ranier ve annesinin kahkahalarına ulaşamıyordu.
***
Nick, Ranier ve arkadaşlarının hırsızlıklarına kafasını aşırı takmıştı. Sürekli ne yapsam da bu farelerin foyasını ortaya çıkarsam, diye düşünüp duruyordu. Aklından türlü türlü kurnazlıklar geçti ama her seferinde daha iyi bir kurnazlık için terk etti öncekileri. Ve sonunda kiliseye gitmekten vazgeçip çocukları takip etmeye başladı. İki hafta peşlerinde dolandıktan sonra nihayet bir gün Gambia ve Ranier'i gizlice konuşurken yakaladı. Kendini belli etmemek için iyice yaklaşmadı onlara ama "ceylan avlanmaya müsait, Lena enişte ile ilgilenecek" cümlelerini duyabildi. İnce dudaklarına yerleşen sinsi gülümsemesiyle "Aahaa!" dedi. "Demek yeni bir vurguna çıkıyorsunuz, ben sizi yakalamaz mıyım?"
Nick o akşam eve gelene kadar kimin ambarına dadanacaklarını bulmaya çalıştı. Ama "ceylan" lakabıyla özdeşleşen birini tanımıyordu kasabada. Peki ya "enişte" kimdi? Ekibe yeni birini mi almışlardı acaba. Neyse ki önemli değildi bunlar. Zaten gece Ranier'i takip edince öğrenecekti hepsini.
Akşam yemeğindeki çavdar çorbasına bakarken; onları suç üstünde yakalayıp Rahip Petrus'a verirsem belki beni elmalarla ödüllendirir, hayaline kapıldı. Geçen sefer yemeyi reddettiği kırmızı elmaları hatırlayınca gözleri parlamış, dudağı gülümsemişti. Annesinin meraklı bakışlarını fark edince hemen toparlandı ve eski gururlu hâline geri döndü. Şimdilik yapması gereken tek şey Ranier'i şüphelendirmemekti.
Uyku vakti gelip kasabanın mumları söndüğünde Ranier bahçede lahanaların başını bekliyordu. Çalıların arkasından bir sesin "Enişte uyudu." dediğini duyana kadar gökyüzünü izledi. Gambia tekrar "Enişte uyudu diyorum, duymuyor musun?" dediğinde, Ranier "Korsan mesajı aldı." diyerek yerinden fırladı. Önce evin penceresinden annesinin ve kardeşinin uyuduğunu teyit etti, sonra da sessizce bahçeden çıktı. İki adım atınca Gambia da ona katıldı ve duvar köşelerinden hızlı hızlı kiliseye doğru yürümeye başladılar, onları takip eden Nick'i fark etmemişlerdi.
Kilisenin arka bahçesine geldiklerinde Lena oradaydı, rahibin yatak odasını gören bir ağacın tepesinden el salladı onlara ve "Petrus'un yarım saattir mumu yanmıyor." dedi. Oğlanların içi rahatlamıştı, ceplerindeki çuvalları kontrol ettiler ve kilisenin arka duvarına yaslanmış odun yığınının yanına gittiler. Ranier yavaş hareketlerle odunları kenara çekmeye başladı, Gambia da eniştenin uyanma ihtimaline karşın Lena'dan gelecek olan mesajı kolluyordu. Nick ise kilisenin duvarının dibine pusmuş olanı biteni izliyordu. Ranier birkaç dakika sonra yığının köşesini açmıştı, kilisenin mahzenlerine giden tünelin kapağı artık görünüyordu. Biraz daha elini hızlandırdı. Ve üstündeki tüm odunlar kenara ayrılınca iki eliyle asıldığı kapağı kaldırdı. Tam ayağını deliğin içindeki merdivene koyacaktı ki Gambia kolundan çekti. Fısıldayarak;
- Lena… Lena'ya bak ellerini sallıyor, dedi. Sonra da Lena'nın "Enişte uyandı." diye bağırdığını duydular.
Odunları geri dizmeye vakitleri yoktu, kapağı dahi kapatmaya yeltenmediler. Her şeyi öylece bırakıp gerisin geri koştular. Lena da ağaçtan inmişti. Nick, o üç noktanın saniyeler içinde çitten atlayıp gözden kaybolduğunu gördü. Rahip Petrus'un "Kim var orada?" dediğini duyana kadar neler oluyor anlamamıştı. Eniştenin kim olduğunu da uyanmasının ne anlama geldiğini de o an çözdü. Ama çok geç kalmıştı, Rahip Petrus duvarın dibindeki karaltıyı görmüştü. "Sakın kıpırdama." diye bağırdı. Adamın her dediğini sorgulamadan yapan Nick, bu dediğini de yaptı ve rahip aşağı inip onu kulağından tutana kadar hareket etmedi.
Adam onu çekiştire çekiştire kilisenin kenarındaki ahıra götürüyordu. Nick ise saygılı ve utanç dolu bir sesle; "Yanlış anladınız Rahip Petrus, ben değildim, sadece onları takip ediyordum." dedi. Bu sözler adamın umrunda bile değildi. "Şeytan, pis şeytan, şeytanın çocuğu..." deyip duruyordu. Nick korkmaya başlamıştı, ne söylerse söylesin adama etki etmiyordu. "Lütfen yapmayın, ben değildim, kardeşimdi, ben asla Tanrı'nın evinden yemek çalmam." Adamın kulakları sağır olmalıydı, ahırdaki atlar bile kişnemeye başlamıştı ama Rahip çocuğun söylediklerini duymuyordu. Sadece "Şeytan, pis hırsız..." diye sayıklıyordu. Ağlamakla karışık yalvarmalar, iniltiler, hıçkırıklar yayıldı ahırdan kasabaya. Ama kiliseye en yakın ev dahi duymadı bu sesleri.
***
Çınk! Çınk! Çınk! Bütün kasaba; insanlar, hayvanlar, otlar, börtü böcek… Kim varsa, hepsi bu ses ile uyandı. Çınk! Çınk! Kilisenin çanı herkesi kendine çağırıyordu. Çınk! Oysa bugün Noel değildi. Çınk! Paskalya da değildi. Çınk! Bir yaz ayıydı. Çınk! Ama günlerden pazar değildi. Çınk!
Ranier telaşla yatağından fırladı, annesi pencereden dışarıya bakıyordu. Çınk! Kadın oğlunu görünce "Çabuk gidip Nick'i uyandır." dedi. Ranier, Nick'in yanına koştu. "Hadi uyan, kilise çağırıyor." dedi. "Hadi uyansana, rahip baban seni çağırıyor." Fakat Nick tepki vermiyordu. Çınk! Sabrı taşan Ranier "Duymuyor musun?" diye bağırarak Nick'in yorganını çekti. Ama uyuyan Nick değil, yastıklardı. Çınk!
Ranier korkuya teslim olmuştu. Ayaklarını kontrol edemiyordu, koşuyordu. Kiliseye doğru, evhamla, şüpheyle, kötü bir hisle koşuyordu. Çan susmuştu artık ama kafasındaki sorular "çınk-lıyordu". Kalabalığı görünce iyice hızlandı, varıp bir ok gibi yardı insanları. Karşısındaki manzara, içler acısıydı; felaketti.
Nick, dikili bir kütüğe halatla karnından bağlanmıştı. Burnundan akan kan, göğsünü kırmızıya boyamış, üstü pislik içinde kalmıştı. Minik gövdesi öne eğilmiş baygın halde duruyordu. Sağ gözünün etrafı mosmordu ve kaşı patlamıştı. Rahip Petrus köşede böbürlenerek halka bakıyor, Psikopos bir şeyler söylüyordu.
- Aziz halkım! Bu gördüğünüz çocuğun içinde şeytan var.
- HAYIIR, diye bağırdı Ranier. İleri koşmaya yeltenince birinin onu omzundan sıkıca tuttuğunu fark etti. Dönüp baktı, bu Denizci'ydi.
- Şeytanın yönlendirdiği bu çocuk, Tanrı'nın yemeğini çalıyordu. Rahip Petrus, dün gece onu suç işlerken yakaladı.
- Hayır o değildi, ben yaptım. Diyerek atıldı Ranier. Sonra kalabalıktan bir ses daha duyuldu.
- Evet onun suçu yok. Dedi Lena.
- Bizdik, diye devam etti Gambia. Ranier arkadaşlarının sesini duydu, etrafına bakınıp durdu ama kalabalıktan onları seçemiyordu. Psikopos ise umursamadan sözlerine devam ediyordu;
- Bu çocuk suçlu, çünkü bu çocuk tanrı tarafından cezalandırıldı. Tanrı verdi onun cezasını. Ve dostlarım, Tanrı yanılmaz. Bu çocuğu yakalayan Rahip Petrus, bugün yargılansın diye, onu kılına bile dokunmadan ahıra kapattı. Sabah ahıra gittiğindeyse çocuk bu haldeydi. İpleri bile gevşememişti ama yüzü yara bere içindeydi, hepiniz görüyorsunuz değil mi?
Bu sözleri işiten kalabalık kıpırdanmaya başladı. "Şeytan" diyen sesler; Ranier, Lena ve Gambia'nın "yalancı" diye haykırışlarını bastırıyordu. Ranier'in etrafındaki dünya gittikçe yavaşladı. İnsanların böğürerek kardeşine "şeytan" deyişlerini izliyordu, vahşi bir hayvan gibiydiler. Aylarca kapılarına erzak bıraktığı insanlar, gözleri dönmüş gibi Psikopos'u destekliyordu. İnsanlar, onlara yemek bıraktığını öğrendikleri çocuğa lanetler savuruyordu, üstelik kütükteki çocuğun olayla hiçbir ilgisi yoktu. Ranier omzundaki elin kalktığını hissetti. Ve Denizci'nin aksayarak Psikopos'a yürüdüğünü gördü. Kalabalık susmuştu, herkes Denizci'ye bakıyordu.
- Bu çocuğu bırakın, dedi yaşlı adam. Eminim o çocuğun üstünde çalıntı bir şeye rastlamamışsınızdır.
- Kilise ambarına giden gizli bir geçitin yanında yakalandı, diye cevap verdi Rahip Petrus. Denizci;
- Bu çocuk biliyorsa geçit pek de gizli sayılmazmış, dedi. Ve rahibi eliyle önünden çekti. Yüzüne oturttuğu sakinlikle Psikopos'a baktı;
- Söylediniz ya, çocuk layığını bulmuş. Tanrı kendi elleriyle vermiş cezasını. Onu daha fazla cezalandırmak Tanrı'nın işine karışmak olur. Değil mi Aziz Psikopos?
***
O kara sabahın üstünden bir ay geçmişti, koca günler birbirini kovalamış, sonbahar gelmiş, sarı yapraklar şarkılarını söylemeye başlamıştı. Ama Nick, hâlâ doğru düzgün tek laf etmiyordu. Annesi sürekli "seni bu hâle kim getirdi" diye sorular yöneltse de, bir türlü cevap alamadı. Ranier bunu yapanın Rahip Petrus olduğuna emindi ancak Nick kabul etmekten çekiniyordu; zavallı kardeşinin uykularında "yapma, n'olur yapma" diye mırıldandığını duydukça vicdanı onu boğuyor, öfkesi Rahip Petrus'tan intikam alma planları kuruyordu. Tam bir ay geçmişti. Bu sürede Nick'in yaraları iyileşmiş, nedeni bilinmez, çocuğun yüzü eskisinden de güzel hâle gelmişti. Sadece, ahırda kırılan sol ayağı hâlâ ağırıyor, epeyce aksıyordu. Yine de bu aksaklık Denizci'ye gitmesine engel olamadı, sürekli evden kaçıp soluğu yaşlı adamın yanında alıyordu. Onun yüzüne minnet dolu gözlerle bakmak, çocuğa iyi gelen tek şeydi.
Ranier, Gambia ve Lena'nın da ona eşlik ettiği bir gün, yine Denizci'nin küçük evinde oturmuş merakla adamı dinlerlerken… Yine Denizci eğlenceli hikâyelerini anlatıyorken… Nick huzursuzlandı, ağzını açıp kapıyordu, bir şey söyleyecekti ama sanki sesini arıyordu. Yüzü epey kasıldı, sonra da pat diye;
- Bize hikâyeyi anlat, dedi. Dilindeki saklı hazineyi gün yüzüne çıkarmıştı. Denizci, tatlı tatlı çocuğa baktı.
- Hangi hikâyeyi? Diye sordu.
- O gün yarım kalan; canavarın hikâyesini.
Yaşlı adam bir iki öksürükle boğazını temizledi. Günlerdir bu anı bekliyormuş gibi heyecanla lafa girdi;
- Üstümüze beyaz bir ışık geliyordu. Yıldız değildi, hayalet değildi, peri hiç değildi. Ne olduğunu bilmiyorum ama o ışık geldi ve yüzüme çarptı. Onun sayesinde etraf aydınlandı, geminin su aldığını gördük. Batıyorduk. Canavar yakınımızdaydı, ayağımız zincirliydi, hiçbir yere kıpırdayamıyorduk. Ve batıyorduk. Telaşla kaptana, diğer tayfalara bağırmaya başladık; gelip kelepçelerimizi çözsünler diye ama hiçbiri duymuyordu, sanki yok olmuşlardı. Tekrar göğü delen o ses duyulduğunda aydınlanan denizde küçük bir kayık gördük. Kayık, bizim geminindi. O an anladık, canavar yoktu, kaptan gitmişti, bize yalan söylemişlerdi. Su almaya başlayan gemiden rahatça kaçabilmek için bizi zincirli ve ölüme mahkûm bırakmışlardı. Gemiyle birlikte suyun dibine gömülecektik. Yanımda kürek çeken Afrikalı zencinin haykırışlarını duymasam asla kendime gelemezdim. Afrikalıya döndüğümde, elindeki tahtayla yere vuruyordu. Ne yaptığı tam anlaşılmıyordu, önce zinciri kırmaya çalıştığını sandım, küreğin sapıyla ben de aynı şeyi yaptım ama kâr etmedi, zincir sağlamdı. Sonra adamın acı ile bağırmasından, kırmaya çalıştığı şeyin zincir olmadığını anladım. O an hiç düşünmeden, ki düşünsem de aynı şeyi yapardım, üstümdeki paçavrayı dişlerimin arasına geçirdim ve son gücümle elimdeki tahtayı ayağıma vurmaya başladım. Topuğum ufalanıp bileğim kelepçeden geçene kadar devam ettim. Acıyla yanan kanlar içindeki ayağımı kurtardığımda, zencinin parlayan gözleriyle kesiştik. Birbirimize kafa salladık ve ardından özgür bir ölüm için denize atladık.
Çocukların nutku tutulmuştu. Lena kekeleyerek;
- Nnnasıl hayatta kaldınız? Diye sordu.
- Gerçekten canavar yok muydu? Diye atıldı Gambia.
- Daha sonra o kaptanı buldunuz mu? Dedi Ranier. Nick ise hiçbir şey sormamıştı, sessizce onları dinliyordu. Adam, çocuklara babacan bir gülümsemeyle karşılık verdi. Sonra gözlerini Lena'ya çevirip;
- Şanslıydık, dedi, gemiden arda kalan tahta parçalarıyla birkaç saat yüzdük, sonra bir Osmanlı kadırgası buldu bizi.
Gambia'ya baktı;
- Canavar vardı, ama artık yakınımızda değildi, bir kayığın üstünde uzaklaşıyordu.
Ardından Ranier'e döndü;
- Hayır kaptanı bulmadık, aramadık bile. Cezasını Tanrı versin diyerek yolumuza gittik. Denizsiz ana vatanlarımıza geri döndük.
Nick yaşlı adamın ilk defa Tanrı'dan söz ettiğini duymuştu, bu cevaba karşın şaşkınlığını gizleyemedi. Denizci, çocuğun hayretini fark edince kaşlarını kaldırıp oğlana odaklandı. Nick utana sıkıla kafasını eğdi; çocuğun yere bakan gözleri, bir adamın ayağına bir kendi ayağına gidip geliyordu. Denizci müthiş bir kahkaha kopardı; "Telaşlanma evlat, telaşlanma," dedi. Kahkahaları kelimelerini bölüyordu;
- Benim ayağımı, onu artık hissedemediğim için kestiler. Anlarsın ya, epey zarar vermişim. Korkma, seninki iyileşti sayılır, bu saatten sonra kesmezler.