Güzel sanatlar fakültesinin minyatür bölümünden mezun olalı üç yıl olmuştu. En büyük hayali çocuklara bu sanatı öğretip sevdirmekti. Okullarda resim öğretmeni ihtiyacı fazla olmadığı için bir türlü atanamamıştı. Resim dersinin hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünüyordu. Hele ki sınav senesinde olan son sınıflarda, resim dersi yerine matematik işlenmesine tahammül edemiyordu.
Kpss kursundan arta kalan zamanlarda çocuklara bu sanatı sevdirmek için çeşitli çalışmalara katılıyordu. O gün belediyenin düzenlemiş olduğu çocuk şenliğinde, çocuklara bir buçuk yıldır tamamlamaya çalıştığı minyatür tablosunu gösterecekti. Sabah erkenden telefonu çaldı. Arayan ablasıydı. Kahvaltıya çağırıyordu. “Evet abla, bugün açıklanacak atamalar, tamam bakarız” diyerek kapattı telefonu. Yeğenlerini de özlemişti aslında, aceleyle evden çıktı. Hava oldukça soğuktu. Ellerini cebine koyup hızla yürümeye başladı. Mahallenin girişindeki fırından dört tane simit alıp bakkala uğradı. Yeğenlerine her zaman götürdüğü sürpriz yumurtalardan aldı. Merdivenlerden çıkarken elinde tuttuğu simit poşetinden bir parça simit koparıp ağzına attı. Kapıyı küçük yeğeni açıp koşarak içeri kaçtı. Büyük olan olduğu yerde zıplayarak “Dayıı dayıı dayım geldiii” diye bağırıyordu. Dayı olmanın en güzel yanı buydu işte; karşılıksız sevilmek..
Çocuklar simitlere aldırış etmemişti ama sürpriz yumurtalara bayılmıştı. Ablası, getirme şöyle zararlı şeyler, dese de, o, yeğenlerini sevindirmek için her seferinde aynı şeyi yapıyordu. Mutfağa girdiğinde ablası patates kızartıyordu. “Hoş geldin kuzum” diye sarıldı, ellerim bulaşık kusura bakma diye ekledi. “Eniştem yok de mi?” “Yok yok rahat ol sen, geç hadi, sofra hazır” diye cevap verdi ablası. Eniştesi iyi hoş adamdı ama, onu her görüşünde “Naber evlat, hala mı boş gezenin boş kalfasısın, başvuru yap da yanıma veznedar alalım seni” diye dalga geçiyordu. Eniştesi on beş yıllık memurdu Ptt’de. Yetimhanede büyümese oraya zor kapak atardı bu kafayla, diye düşündü yine. Neyse ki bugün aynı sözleri işitmekten kurtulmuştu.
Salona geçti, mükellef bir sofra duruyordu karşısında. Hal, hatır, muhabbet derken yarım saat geçmişti bile. Kahvaltı bitince ayağa kalktı, “Çok vaktim yok abla, buradan kültür merkezine geçeceğim, saat 4’te de malum atamalar açıklanacak” dedi ayakkabılarını bağlarken. İlk seni arayacağım, diyerek yeğenlerine el salladı. Kültür merkezindeki çalışmayı erken bitirip eve doğru yola çıktı. Saat tam 4 olunca bilgisayarını açıp, atama sayfasına girerek TC kimlik numarasını yazdı. Çıkan ekranda “Kütahya Şair Şeyhî İlköğretim Okulu” yazıyordu. Gözlerine inanamadı, çünkü bu okul son tercihiydi. Ablasını arayıp Kütahya’ya atandığını söyledi. Şu ana kadar hayatına giren herkesi tek tek arayıp, ben atandım, artık öğretmenim demek istiyordu. Sevinçle yerinden kalktı. Çalışma masasının üzerindeki yarım kalan minyatüre fısıldayarak, sonunda başardık dostum, dedi.
Gövdesi tamamlanmamış bir ceylan yavrusuydu bu. Yalnız gözlerini çizebilmek için kaç gece uykusuz kalmıştı hatırlamıyordu. Üniversitedeki hocasının verdiği bir ödevdi bu çalışma. Herkes bir ay içinde tamamlamıştı ama o yıllardır uğraşıyordu. Çünkü aslına en çok benzeyen çalışma kendisinin olsun istiyordu. Hocası minyatür tablosunun aslının Anadolu’daki şehirlerin birinde olduğunu söylemişti. Uzun araştırmalar yapmasına rağmen tablonun izini bulamamıştı.
Atama sonuçlarıyla okulların açılış tarihinin çok yakın olması sebebiyle hazırlanmaya koyuldu. Zaten öğrenci evinde kalıyordu, fazla eşyası yoktu. Olanları da bir valize koyup ablasına haber verdi. Otogara ablası gelmişti sadece. “Hava çok soğuk, getiremedim çocukları kusura bakma” dedi. Vedalaştılar. Otobüs yolculuğu yapmayı çok severdi doğrusu ama bu defa içinde hiç görmediği bir şehre gidiyor olmanın heyecanını da taşıyordu. Otobüsten inince yüzüne vuran sert esintiyle titrediğini hissetti. Nasıl bir soğuktu bu. Nefes alırken bile ağzından dumanlar çıkıyordu.
Şehirde tanıdığı kimse yoktu ve internette araştırdığı pansiyonu bulmak için birkaç kişiye adres sormuştu. Merkeze fazla uzak olmadığını öğrenince sevindi. Pansiyonun kapısında karşılaştığı adam, “Napdın bizim oğlan, gelimiyon gidimiyon” diye sorunca “ ”Efendim, anlayamadım” diye cevap verdi çekinerek. “Sen öğrencisin demek, anlamadığına göre” diye güldü adam. “Yok amca öğretmenim, yeni atandım” dedi. Kiralık ev aradığını söyledi hemen. “Bizim alt daire yeni boşaldı, bakmak istersen götüreyim seni” “Valla çok iyi olur amca” diye cevap verdi.
İlk defa işi bu kadar rast gidiyordu. Şansı yıllar sonra yaver gitmeye başlamıştı demek. Evi hemen tuttu. Eşyası olmadığı için ev sahibinin eşi, evlerinde fazla olan kanepe, yatak ve halıyı geçici olarak ona vermişti.
Pazartesi sabahı heyecanla giyinip evden çıktı. Okulun yolunu ev sahibine sorup öğrenmişti. Şehrin biraz dışında, tepe bir yerde bulunan okulun küçük şirin bir binası vardı. İçi ısınmıştı ilk görüşte. Çocuk cıvıltıları eşliğinde öğretmenler odasına girdi. Müdür bey ayakta onu bekliyordu. “Yeni resim öğretmeni Selim Bey olmalısınız” diye sorunca “Evet benim, memnun oldum” diye cevap verdi sesi titreyerek. Bu kadar heyecanlanacağını hiç tahmin etmemişti doğrusu. Bir an önce derse girip, çocuklarla tanışmak istiyordu. Elindeki çantayı fark eden müdür: “Hocam ilk günden ders mi işleyeceksiniz yoksa?” diye sordu. “Evet hocam, üç yıldır bugünü bekliyorum ben” diye cevap verdi.
Ders zilinin çalmasıyla 6/C sınıfının önünde buldu kendini. Derin bir nefes alarak içeri girdi. “Günaydın arkadaşlar”
40 dakikanın ilk on dakikasında çocuklarla tanışıp sonrasında derse geçtiler. Selim, yanında getirdiği minyatür çalışmasını özenle çıkarıp çocuklara gösterdi. Daha önce minyatür kelimesini duymayan çocuklar vardı aralarında. Meraklı bakışlarla yavru ceylanı incelediler tek tek. “Öğretmenim, ceylanın gövdesi niye yok?” diye sordu Enes. Bu soruya hazırlıklıydı aslında Selim. Çizmeye çalıştığı ceylanın aynısından bir tane daha olduğunu, uzun zamandır o tabloyu arayıp bulamadığını, bir gün bulursa o zaman ceylanı tamamlayacağını anlattı. Ders çabuk bitmişti. Zil sesiyle bütün çocuklar teneffüse çıktılar.
Öğretmenler odasına doğru yürürken birden bir çığlıkla irkildi Selim. Merdivenden yuvarlanan Enes’ti çığlık atan. Koşarak yanına gitti. “Öğretmenim ayağım çok acıyor” diye ağlıyordu. Çocuklar başına toplanmıştı. Hemen velisine haber verip hastaneye gönderdiler. Enes’in ayağı kırılmıştı. Ayağını alçıya almaları gerekiyordu ama önce doktorun verdiği ağrı kesici serumun bitmesi lazımdı. Bir gece hastanede yatması gerek demişti doktor. Babası yatış işlemlerini yaparken annesiyle Enes’i bir odaya aldılar. Serumun etkisiyle derin bir uykuya daldı.
Uyandığında karşısındaki duvarda asılı tabloyu gördü Enes. Gözlerini kapatıp tekrar açtı. Bu, Selim öğretmeninin derste göstermiş olduğu ceylanın aynısıydı. Aceleyle yerinden doğruldu, “Anne, hemen okulu aramamız lazım, öğretmenime bir şey söyleyeceğim” diye bağırdı. Enes’in annesi, sayıklıyor olabileceğini düşünerek, “Tamam oğlum ararız sonra, şimdi doktor gelecek bak” diye teskin etmeye çalıştı. “Anne lütfen çok önemli diyorum sana, hemen okulu arayıp Selim öğretmeni iste” diye yineleyince, okulu aramak zorunda kaldı. Telefonu açan müdür beye, oğlunun Selim öğretmenle konuşmak istediğini söyledi. Müdür buna çok şaşırmıştı. İlk günden böyle bir şeyle karşılaşmak oldukça sıra dışıydı. Nöbetçi öğrenciye yeni gelen resim öğretmenini çağırmasını söyledi. Birkaç dakika sonra Selim merakla odaya girdi. Ahizeyi eline aldı. “Efendim Enes, ayağın nasıl oldu?” “Öğretmenim, öğretmenim o burada!” “Neden bahsediyorsun oğlum, kim orada?”
“Ceylan öğretmenim, yavru ceylan...”
Melike AYDIN