Günlerden Bir Gün

Emine Ecran Şenel

26 AĞUSTOS 1491

Merhaba pek kıymetli günlüğüm.

Bey babam gelip “lambayı dinlendir, sen de dinlen” demeden seninle biraz hasbihal edelim. Bugün takvim yaprakları 20 Şevval 896 (26 Ağustos 1491 )’yı gösteriyordu. Birgün daha geçti ömrü fanimizden. Zaman zaman alemi hayalde yaşadığım, ninemle atıştığım, enişte beyle çekiştiğim günlerden biriydi.

Sabah uyanıp penceremden sızan afitabın güzelliğiyle mest olmuş ve hayallere dalmışken, ninemin çağırmasıyla sükutu hayale uğradım.Ve bir ceylan yavrusu gibi sıçrayıp yanına gittim. Başı ağrıyormuş sevgili nineciğimin. Sarı çiçeği pencerenin önüne koymamı istedi, böylece komşu çocukları evde hasta olduğunu anlayıp pencerenin önünde ses yapmayacaklardı. Çiçeği koyarken sert koymuşum, söylemediğini bırakmadı. “Efendim gençlerde edeb, ahlak kalmamış, onların zamanında böyle miymiş ” vesaire, kalbimi parçalayacak ne kadar laf varsa sarf etti. Ahh sevgili yarenim Zührenur memleketlerine gitmemiş olsaydı ona anlatırdım bu dertlerimi. Biraz ninemi, biraz enişte beyi şikayet ederdim. Ceylan gibi seke seke medreseye gittiğimiz günler yadıma düştü. Ona olan iştiyakım öyle arttı ki alemi hayalimde bir alet icad ettim, güya bu aletin sayesinde Zührenur'u görebiliyorum. Üstelik o da beni görebiliyor. Konuşup dertleşebiliyoruz. Sonra vazgeçtim bu hayalden. Çünkü “belki de öyle olsa idi birbirimize olan muhabbetimiz bu denli ziyade olmayacaktı, o cihaza vakit ayırmaktan birbirimize vakit ayıramayacaktık” diye düşündüm. Hem “hasret, muhabbeti artırır” der ninem.

Sabahın nurunda ninemin laflarıyla doyup tatsız bir kahvaltı yaptıktan sonra bulaşıkları pakladım ve çok yoruldum, ayaklarım ağrıdı. O zaman da bir başka cihaz hayal ettim. Bulaşıkları alıp, paklayıp, pırıl pırıl yapan bir cihaz. Ahh ne iyi olurdu. Hem ayaklarım bu denli ağrımaz, hem kitap okumaya ve derslerimi yapmaya daha çok zaman ayırırdım. “Aceba öyle olsa vaktimin kıymetini bu kadar bilir miydim?” diye de düşünmedim değil.

Valide sultan gelip akşama yine halam ve enişte beyin yemeğe geleceği haberini verdi. Bu, günün su-i haberiydi. Enişte bey, laflarıyla beni kızdırmayı ve bana emir yağdırmayı pek sever. Lakin bana “ahu kız” demesi hoşuma gidiyor. Zannımca emirlerini ikiletmeden hemen sıçrayıp, yerine getirdiğim için beni ceylana benzetiyor. Fakat bir lahza nefeslenmeme müsaade etmeyip ayaklarımın ağrımasına sebebiyet verdiği için içimden ona kızdığımı bilmiyor.

Mecburen yemeklerin hazırlanmasında valideye yardım ettim. Ben, "Ahh daha şimdiden ayaklarım şişti, enişte beyin cevr-ü cefasına nasıl katlanacağımı bilemiyorum." diye düşünmekte iken, valide hanım komşuya götürmem için hazırladığı tatlı tabağını uzattı. Komşunun kapıyı açmasını beklediğim sırada "Ah ne olaydı şöyle küçük odacık gibi bir alet olsaydı, içine girseydim sonra o alet beni komşunun kapısına bıraksaydı" şeklinde hayallerle, bir aletin daha icadıyla meşgulken kapı açıldı. Tatlıyı gören komşu çocuğunun gözleri parladı. Onun sevinci derunümde bir yerlerde sürur meydana getirdi ve hayalimde icad ettiğim o aletten de vazgeçtim. Zira öyle bir alet olsa belki de komşuluğumuz bu denli samimi ve içten olmazdı.

Ve nihayet hala sultan ile pek kıymetli zevci hanemize teşrif ettiler. Enişte beyin emirlerini yerine getirmekten karnımı doyuramadığım yetmiyormuş gibi bir de "Ohoo ahu kız, sen böyle yavaş yemek yersen medreseden biraz zor mezun olursun" gibi laf-ı güzaflarına laf yetiştirmek zorunda kaldım.

Yemek esnasında bey babam ile enişte, şevketli sultanımız Beyazd-ı Veli'nin babası Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri'nin şiirlerinden okudular. Peygamber-i Zişan (s.a.v)'a yazdığı bir şiirin şu mısraları yüreğime nakşoldu;

"Ben Sultan Fatih'im önündeyim İstanbul'un

Yakarım bu şehri, yüzünde bir tebessüm için.

Yoksa gül yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem, İstanbul'u istemem."

Bir de devletimizin ve ordumuzun başarılarından bahsedip böyle giderse 21. yüzyılda İslamın dünyaya hakim olacağını söylediler. "Tabi Müslümanlar ihlaslarını ve samimiyetlerini kaybetmezlerse" diye de ekledi bey babam. İçten içe güldüm onlara. 21. yüzyıldan bahsediyorlar düşünsene, hiç olacak iş mi? O zamana kadar kıyamet kopar kesin.

Yemekten sonra ben müsaade isteyip edebiyat mualliminin verdiği zorlardan da zor ödevi yapmak için kütüphanenin başına geçtim, rahmetli paşa dedemin kitapları işimi görür diye ümit ediyordum. Daha kütüphanenin başına geçmeden ninem "Ayaküstü uğraşma kitaplarla. Kitaplara saygılı ol ve rahlenin başına geç" diye uyardı. Bu zor ödevi yapmak için onlarca kitap karıştırmam gerekiyordu. Bu iş bana zor gelince yine hayallere daldım ve alemi hayalimde bir alet icad ettim. Ne sorsam biliyor ve cevap veriyordu bu alet. Halamın çaldığı udun sesiyle hayalimden sıyrıldım.

Şimdi düşünüyorum da öyle bir alet olsa ilmin kıymeti kalmazdı herhalde. Velhasıl-ı kelam ehemmiyetli olan kadir kıymet bilmektir. Elindekilerin, yanındakilerin, gönlündekilerin ve seni gönlünde barındıranların kıymetini bilemezsen hiçbir icad beş para etmez vesselam.

Muallimin verdiği zor ödeve gelince; üç gün üç gece içerisinde sanki beş asır öncesinde yaşanmış gibi bir hikaye yazacakmışız. Üstelik hikayede ceylan, ayak ve enişte kelimelerini kullanacakmışız. Aziz ve muhterem üstadımız bize sekte-i kalpten terk-i diyar ettirmek istiyor zannımca.;)