Kelimeler: Ayak- Enişte- Ceylan
Ek Zorluk (Hikaye 26 Ağustos 1491 tarihinde geçecek.) kullanılmıştır.
İstanbul Başbakanlık Arşivi
26 Ağustos 1491 tarihli
Okçular Tekkesi Rûznâme Sicilleri no: 211. s. 284/1
Osmanlıca aslından sadeleştirilmiştir.
şikâr
Hünkarımıza meftûn bir âhunun bahsidir.
Eskiden zımmiler yaşarmış, Ayvat Köyü derler şimdi viranelik, kuyunun kıble tarafından bir patikaya girdim. Ta karadenize kıyısı vardır bu ormanın, nereden çıkarım, nereye varırım bilmem ama giderim. Neredeyse bir ay var, bu âhu peşimdedir.
Önce bir aslını diyeyim. Hünkârımız Sultan Bayezîd-i Veli payitahta kadem bastıkta, emsali görülmemiş harikuladelerin nicesini dinler dururduk da kimine yalan karışmıştır kimine yavan der, pek itibar etmezdik. Kendi başımıza gelmekliğine ise katiyyen ihtimal vermezdik.
İtikafın yedinci, şehri ramazanın yirmiyedinci gecesinde, sulhta ve seferde dahi sünnetleri terk etmeyen Sultan-ı Azim efendimiz o gece -ki mübarek kadir gecesiydi- mescidimize teşrif etmişler, hatta bikavlin imamet ederek teravihçün divana durmuşlardı.
Babasından da -Allah’ın rahmeti, bereketi, feyz-ü inayeti üzerine olsun.- ziyade muhibbi kemankeşan olması hasebiyle, Amasya’dan beraberinde getirip bizzat tayin eylediği meydan pirimiz Şeyh Hamdullah’ın himayesinde meşk etmekten geri durmayan hünkârımız, nadiren imamet eder, yüz sürmüşlerden olanlar bu lezzeti haremeynden başka yerde alamadıklarını tekrarla ifade ederlerdi.
Bu müjdeli gecede gönüllerimiz ferahlayarak sükun bulmuş, hünkârımızı yolculamış iken itikafa niyyetle mesciddeki hücrelerden birinde virdimi okuyordum ki bir koku peydah oldu da burnumun direği sızım sızım sızladı. Göz görmez. Leyli. (Zifiri karanlık.) Dedim babamın ruhaniyeti mi ziyaretimdedir? Daha ötesini yaraştıramam hâşâ, benim gibi fakîrin nasibine fazlası ikram düşsün. Bakarım ki göz gözeyim o âhuyla, miski başımı döndürür. Sübhânallah! Hücrem iki arşın etmez, ben zor sığarım ki, o âhu buraya nasıl sığar? La havle vela kuvvete, ecinni musallatıdır zebûn etmek ister beni dedim yumdum gözümü, leylide gören göze yummak fayda eder mi? Başladım yüksek sesle tesbihata. Miski amber derimin altına kadar işledi, soluğu soluğumla yarışır, sanırsın benimle zikretmede. Meydan imamı temcide çıkana kadar sürdü bu ahvalim. Sürdükçe korkum hafifledi amma cesaret bulamadım içimde, açmadım gözümü tekke-nişin mutadı üzre hücrede uyuklayan kemankeşleri uyandırmağa gelip dahi kapımı çalana dek. Baktım ki, gitmiş.
Böylece kalsa iyiydi, düş sayıp kandıramadım gönlümü. Ertesi gecede, tekrar geldi. Temcide yetişemeden aç acına niyyetlenmeyeyim diye yummadım gözümü, bir an evvel salaha ereyim istedim. “Ne istersin benden?” dedim. Cevap vereceğini bilemedim. Dile geldi. “Sen benden ne istersin asıl? Bizi alışverişe sevk eden beni eteğine getirmiştir. Ben bilirim de sen söyle benden ne istersin?” Bir adem gibi ünledi amma sedası adem sedasına benzemez, kelam etti, kelamı adem kelamına benzemez, amma işittim bihakkın; kulaklarımla mı bilmem, anladım; kalbimle mi bilmem. İdrak ettim. Ne isteyeceğim, bilmem ki in misin cin misin, bir şey istemem senden dedim, kayboldu.
Uyudum mu uyandım mı sabahı ettim, bastığım yeri bilmedim, arefeydi, ikindiden sonra ekseriyeti mihrabın önünde saf tutmuş sair kemankeşlerin içinde, minberin bucağına iliştim. O sıra semadan inmiş gibi peydah olup yanıma vardı, başını minberin tahtasına dayadı. “Amma naz eyledin” dedi. “Benim sana muhtaç olmaklığımdan ziyade senin bana muhtaç olmaklığındır. Senin derdinin devası bendedir de benim derdimin devasına bu kemankeşlerin hepsi birdir.” Arkamda bağdaş kurmuş oturan Süleyman’a baktım. Kalkıp gitti. Başka kimseye görünmüyordu bu âhu! “Benim derdimi sen ne bilirsin” diye çıkıştım. “Bu kapıda bel büken cümlenin derdiyle birdir senin derdin” dedi doğrularak, tepemden bakmaktaydı. Tâlib-i kabzalar da vardı mescidde, menzil sahibi ihtiyarlar da. “Menzil basmaktır dedim, sarık bozdu deyu ismim nida edilsin isterim.” “Ben sana bundan ziyadesini vaad ediyorum” dedi. Sana öyle bir keman (yay) vereceğim ki, menziller açacak, menziller bozacaksın, tâ ki nişan dikmediğin meydan kalmasın.”
Nasıl yapacaktı suali, ehemmiyetini kaybediyordu mahiyetini tefekkür ettikçe. Melekeleri bana malum değilse de güç yetirmesi mümkündür zannediyordum. Fakat neden yapacağı suali şiddetle fikrimi meşgul ederken akşam gelip yetişti. Mescid dolup taştı. Tesbihat ve dualar bitip elveda ramazan gazelinde boyun bükünce cemaat, yine göze görünür oldu. Safların arasına nasıl sığar aklım almaz. “Karara varırsan Ayvat’ın kurumuş kuyusundan kıbleye yürü, orada seni bekleyeceğim. Vaad ettiklerim haktır, gelirsen senindir.” deyip kayboldu.
O gece bir daha gelmedi. Arefe’nin virdiyle meşgul oldumsa dahi kokusunu beklemedim değil. Sabaha erdik. Bayram oldu. Meydan bayram görmekliğiyle mahşer alanına döndü. Okmeydanı’nın her yerinde halka beş on bin tabla pilav ve zerde ikram edildi, zengin düşkün, genç yaşlı herkes padişahımız efendimizin nimetiyle karın doyurdu. Alemi islamın veli nimeti padişahımız, şeyhimizin dizi dibinden ayrılınca bir ses işittim. “Gel de çifte bayram edelim.” demekteydi. Yanıma yöreme bakındım. Göremedim. Bu da iyi bir şeydir dedim, artık gözüme görünmez oldu.
Kemankeş takımı Rûz-ı Kasım’a hazırlıklanmakta birbirleriyle yarışırken, ismini sicil defterine yazdırmak için meleke kesbedenlerin “ya hak” nidaları meydanı çınlatmakta, bu herc u mercin içinde bütün gün toz yutmadaydık. Aradan iki hafta geçmişti. Ne sesini işitmiştim, ne sureti görünmüştü. İşrak vaktinde çardağın önünden geçerken kulak misafiri olduğum bir lakırdıyla olduğum yere çivilendim. Meydan ağasıyla, meydan imamı bir yandan soğuk şerbet içerken bir yandan konuşuyorlardı. Dulkadiroğullarına gönderilmek üzere saraydan bir ceylan derisi istendiğini, ceylanın derisinde -tırnaklarına kadar- hiçbir kusur bulunmamaklığın gerektiğini, bu ceylanı -ki tarifi bana malumdu- iz bırakmadan avlayacak usta kemankeşin ödüllendirileceğini...
Meydana destursuz, abdestsiz girilmez. Binek ayağı değmez. Hemen bulunsun diye oğlanları koşturdum. İki rekat hacet namazına durdum. Tirkeşime şem-endam onyedi ok alıp yola revân oldum. Ecinniler benimle eğlenmedilerse o âhuyu bulacaktım. İşte aslı astarı budur.
Ayvat köyünde atımı bir meşe ağacına bağlayıp kuşluk çıkmadan patikaya vardım. Aramadım da buldum. Seke seke gidiyordu. Ardı sıra takip ettikte büyük bir kayalığa vardım. Küçük bir göl vardı ki cennetten aksetmiş desem az söylemiş olurum, oradan su içmeye durdu. Bekledim. Suyunu içti. Geldi, ayağım dibine çöktü, uzattı başını kurbanlık koyun gibi. Neredeyse inleyerek şu manzumeyi okudu.
"Bakışının okunun arada gittigini görünce,
hemen canımı hoşnutluk meydanında müsâbakaya koydum.
Ey edâlı, işveli güzel: Cefâ meydanında sana bedel kimse yoktur.
Ayrılığının verdiği zorlukla biçare aşık âh etse ne olur.
Ey yay kaşlı, böyle yay çekmeye güç mü yeter?"*
Buraya onun canını almaya gelmiştim. O ise benim önümde teslim olmuştu. İçim sızlamıştı dinlerken. Bahsettiği güzel de kimdi? Tercümanın tâkat getiremeyeceği hislere gark olmuştum.
“Hoş geldin, sefa getirdin.” dedi. “Hoş buldum” dedim, “bilir misin niye geldim?” “Bilirim.” dedi. “Hünkarının buyruğuyla geldin. Başım üstüne, hoş geldin.” “Hoş buldum.” dedim tekraren. “Sen bilir misin?” dedi. “Buralardan çok uzakta, Amasya’daki örenlerin gerisindeki dağlardı benim yurdum, eş tutar, oğul verirdim. Hünkârın Bâyezid ise ok yay kuşanmış on yaşında bir güzel âhu-beçe, (ceylan yavrusu) ustasıyla şikâr etmeye (avlanmaya) gelmişti dağımın yamacına. Su içmeye çayönüne iniyordum, çizmesinin altında ezilen otların sesinden ürktüm, diktim kulaklarımı, yayını çekmişti, 'sal’ı iki kaşının arasındaydı, ardında keskin gözleri, kaçabilirdim, bir lahzada ağaçların gölgelerinde yitebilirdim amma bakışının kaza oku çoktan sinemi delip geçmişti. Beni şikâr olsun diye yaradan, onu şikâr etsin diye yaratmıştı. Kalu belada yazılmış yazgımız, hatırımda kalmıştı. Çekti bağrımda göz göz yara açan bakışlarını benden, yasdı yayını, el çekti, yüz çevirdi, sürüyüp gitti eteklerini. İflah olmadım bir daha, firâkıyla onulmadım. Yerimi yurdumu terk ettim, elinde can vermeyi murad ettim, yıllar var ki peşine düştüm, buralara kadar geldim.” Yerinde bir ığranıp ince boynunu, güzel başını taşa uzattı. Kara sürmeli gözlerini kapattı.
“Şimdi onun emriyle alacaksın canımı, muradım hasıl olacak, o almış gibi sürur duyacağım, bir lahza olsun huzur bulacağım.” Kaldırdı başını. “Kesemi ıtırcı Halil’e götür, miskimi hazırlayıp o yâre versin, ömrü oldukça sürünsün, postumu düşmana versin övünsün, etimi nefsine ikram etsin öldürsün.” dedi. “Bu kurban olmaklığım bana yeter. Senin hizmetinin karşılığı dahi şu boynuzlarımdır, şu sinirlerimdir ki onlarla yayını, zihgirini yapasın. Kemanger Ahmet Efendi’ye gidesin. Beş parçadan mürekkep bir pişrev yayı yapsın. Ondan hünerlisi yoktur bilesin. Bu ağaç ki akçaağaçtır. Senin için seçtim. Kabzası ve salı ve bâşı için bu ağacı kullanasın. Kabzası için şu kızılcıktan da ona kattırasın. Tonç kertiğini incik kemiğimden yaptırasın. Çeliğini dizimden ki en kavi kemiğim oradadır. Aşk ile çekilen kemanın hamuru aşktan olsa gerektir. Ya hak nidasıyla menziline erdiresin.”
Yayımı kasmadan, bir ok dahi çekip gezlemeden ruhunu teslim etti. Sırtlandım latif bedenini, sarayı hümayuna avdet ettim. Kapıkulları haberdardır deyu eğlemediler beni, hemen huzura kabul edildim. Bir bir anlattım olanları Sultan-ı Veli Bayezid’e. Gözlerin yaşını gizliden sildi. “Hünkârım” dedim. Müsaade buyurursanız, bu et murdar değil midir ki kanı akmadı, nasıl yenir?” Tebessümle karşılık verdi. Kemanger Ahmet Efendi’yi huzuruna çağırıp ona ısmarladı beni. Destur alıp çıktık.
Aklımın ermediği işlere akıl erdirmeye çalışa çalışa sabahı ettim. Sabah bir cevelan, bir nümayiş, tellal dolaşır ki buyrun der, Padişahımız Efendimiz için cenaze namazına! Bu tellal ne dediğin bilir mi! Dizlerimi döve döve şeyhimin kapısına vardım. Destur sordum. Şeyhim döşeğinde oturmuş kağıtlarını aharlayıp terbiye etmekle meşgul. “Aferin evladım” dedi mesrur. “Gel buyur.”
Kucağımda titreyen ellerimle diz çöktüm önüne. Ağladım ağlayacağım da şeyhimden ar ederim. Şeyhim sırtımı sıvazlaya sıvazlaya anlattı olanları, dinledikçe sevindim, hayret ettim, helecana düçâr oldum.
Meğer Bayezîd-i Veli Sultanımızın etlerin içinde ziyade düşkün olduğu ceylan etiymiş, seneler varmış ki bir lokma boğazından geçmemiş, bir dirhem ağzına sürmemiş amma artık dayanamaz hale gelmiş, bu hâl onu fevkalâde rahatsız etmekteymiş, bir çaresine bakmak gerekirmiş, bu ahvâl üzereyken dünkü hadise vuku bulupta, âhuyu sırtlayıp saraya götürmek bu fakire nasip olunca, aşçıbaşına emretmiş, en sevdiği şekilde pişirilmesi için talimat vermiş, artan etten başka aş yapmayın, onu hayvanlara saklayın demiş. Aşçıbaşı ceylan etini bir güzel kebâb edip önüne getirdikte hadi bakalım demiş nefsine. “İşte arzu ettiğin ceylan eti önünde, istersen çık da ye”. O sırada orada bulunan Enderun paşalarından şeyhimin eniştesi Bucaklı Salih Paşa gözüyle görüp ayniyle nakletmiş. “İstersen çık da ye” deyince, -sübhanallah- padişahımız efendimizin alnından, iki kaşının arasından bir mahlûkat-ı acayip ki gelinciğe benzermiş, gözleri âmâ imiş, fırlamış da atılmış kebâbın üstüne vahşiyattan bir hayvan gibi saldırıp yemiş, yemiş de doyunca geri çekilip padişahımız efendimizin mübarek yakasına tırmanıp çıktığı yere girmeye yeltenince, sultanımız mübarek elini vurup yere çalmış, el-an orada hâzır bulunanlara haklayın diye buyurmuş. Haber tez vakitte şeyhülislâmın kulağına kadar erişip, şeyhülislâm: “Nefis sayesinde insan kemâle erişir. Vücûdun bir direğidir. Bunu kefenleyip gömmek gerektir.” diye fetva verince telal çıkmış.
Alemin yaratılışının 7000’inci, hicretin 896’ıncı senesi, Şevvalin 20'sinde, kemankeşlerin cümlesinin hâzır olduğu cenaze namazında, padişahımızın cenazesi imiş gibi mahşeri bir cemaatin safları arasında âhuyu aradım. Kalu belada işittiğini hatırlayan âhu, nefsini avlayan sultanın avına av olmuş, canını cananına teberrük etmişti.
Mübarek efendimizin nefsi Kulaksız yakınlarında bir yere defnedildi. Sultan Bayezid Veli hazretlerine Allah uzun ömürler versin, ilk cenazesine katıldık, Allah ikincini göstermesin. Amin.
- Gördükde hadeng-i nigehin gitdi arada
Koydum koşuya cânımı meydân-ı rızâda
Yokdur bedel ey yosma sana sahn-ı cefâda
Âh itse nola zûr-ı firakınla fütâda
Tâkat mı gelür ey kaşı ya böyle güşâda
(Rasih İbrahim Enderûni)