Şadırvanın etrafında mahalleden amcalar abdest alıyordu. Ben de uykudan aralanmayan gözlerimle çeşmenin başına geçtim. Nenemin öğrettiği gibi niyet edip abdest almaya başladım. Tam bu sırada minareden ihtişamlı bir ses etrafa yayılmaya başladı. Seher vaktiydi, sabah ezanı okunuyordu. Bahçedeki ağaçlar da, ezana eşlik eden kuş cıvıltıları da ayrı bir huzur ü sükun yayıyordu etrafa. Şadırvanın köşesinde ١٣٩٩ (1399) yazıyordu. Orhan Camii doksan iki yıl evvel yapılmıştı. Bu sırada abdesti almıştım ama ensemi mesh etmiş miydim acaba diye düşünürken bir yandan da başıma sarığımı doluyordum. Geçen gün yine olmuştu bu durum. Nenem de sen daha küçüksün bir şey olmaz ama sen yine de dikkatli ol abdest alırken demişti. Artık bir dahakine dikkat edecektim. Namazı cemaatle kılmak ehl-i sevapmış, bende bu yüzden eniştemle sabah namazlarını kılmak için camiye gidiyordum. Hemde ale-s-seher ayrı bir hoş oluyordu. Ben bunları düşünürken ezan bitmiş, cemaat camiye çoktan yönelmişti ve bende hemen koşarak eniştemin yanında namaza durdum. Uykum hala açılmamıştı ve secdeye her gittiğimizde uyuyakalmaktan korkuyordum. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Namaz bitti, dualar edildi ve eniştem esnaf dostları ile birlikte kapının önünde muhabbete daldı. Bende çarığımı ayağıma geçirirken yanıma bir kedi yaklaştı. Sanki susuz kalmış gibi dili dışarıdaydı malum havalar aşırı sıcak idi şu günlerde. Hemen kucağıma aldım ve eniştem ile arkadaşlarının peşine düştüm. Eniştem ticaretle uğraşıyordu, Koza Hanı’nda bir dükkanı vardı. Ulu Camii ile Orhan Camii arasındaydı Koza Han. Padişahımız II.Bayezid tarafından bu yıl Abdül ula bin Pulat Şah tarafından yaptırıldı. İpek Böceği kozalarının satıldığı bu handa bize de küçük bir dükkan düşmüştü, çok şükür dükkan küçük olmasına rağmen kazancı boldu. Bursa’da ticaret çok gelişmiş idi hatta buranın geliri ile İstanbul’daki külliyenin masrafları karşılanıyordu. Eh, kazancını siz düşünün artık.
Eniştem ‘‘Bismillahirrahmanirrahim’’ diyerek dükkanın kapısını açtı. Bir yandan da duvarda asılı duran Karınca Duası’nı içinden okumaya başladı. Ben henüz ezberleyemedim ama eniştemin söylediğine göre kazancın bol, bereketli olurmuş hatta peygamber duasıymış. Demek ki ondan kazancımız bol oluyordu. Bu arada kucağımdaki kedi de kıpırdanmaya başladı ve hemen bir tas alarak Hanın ortasındaki mescide doğru gittim. Mescidin altında bir çeşme vardı. Oradan tasın içine su koydum. Kedi sanki az daha su içmezse susuzluktan ölecekmiş gibi kana kana içti suyu. Bugünün sıcak olacağı o kadar belliydi ki çarığın içinde ayaklarım pişmek üzereydi. Hemen ayaklarımı da çıkarıp suyun serinliğiyle buluşturdum. Eniştem’de bu sırada dükkanın önüne iskemleleri çıkarmış ve dost-u kadimi olan Akif amca ile sohbete dalmıştı. Son yılların en sıcak Ağustos'u yaşanıyor diyorlardı, demek ki bir tek kedi ve ben değil, eniştemlerde farketmişti bunu. Şöyle buz gibi şerbet olsa da içip kendimize gelsek diyorlardı. Gözler tam o sırada bana çevrildi. Eniştem kafasını sola doğru eğer gibi oldu. Bu tam da ‘‘Yavuz köşe başından bir gül şerbeti kap gelde, serinleyelim demekti.’’ Söylene söylene gittim. Osmanlı sofralarının vazgeçilmez içeceği deyince akla ilk önce şerbet gelir. Ama bu şerbetlerin en lezzetlisi padişahımıza özel üretilen şerbetmiş ama tabi bunu senin benim gibi insanlar içemez demişti nenem. Eh, olsun köşe başı şerbetinin lezzetini de padişah bilemez sonuçta. Elimde bir ibrikle döndüm. Kana kana içtik. Sanki etrafımızda serin bir rüzgar esintisi oluşmuştu. Gün boyu eniştemin yanında getir götürleri yaparken aklım arkadaşlarımla birlikte gideceğimiz Bursa Bedesteni’nde idi. Bedestene bir ihtiyar gelmişti ve bir haftadır orada konaklıyordu. Duyduğumuza göre de her gün hikayeler anlatıyormuş. Biz de bugün gidip dinlemeye karar vermiştik. İkindi vakti yaklaşırken bizimkiler geldi, eniştemi zar zor ikna ettikten sonra Bedesten’e doğru yola koyulduk. Çarşının tam ortasındaydı ve yürüyerek gidebiliyorduk. Yol boyunca birbirimize sorular sorup duruyorduk, merak ediyorduk çünkü. Bedesten’de en değerli mallar alınıp, satılıyor ve kıymetli eşyalar saklanıyordu. Bedesten’in giriş kapısında ‘‘Bazestân’’ yazıyordu ve içerisinde de 32 dükkan bulunuyordu. İçeri girer girmez güğümle su taşımaya çalışan meczup gibi görünen bir adam gözüme takıldı. Gidip yardım etmek istedim, yanına yaklaşıp güğüme doğru uzandım. Önce bir irkildi sonra dönüp bana baktı. ‘‘Abdest alacağım, su döker misin?’’ dedi. Sadece kafamı sallayabildim. Güğümdeki suyu ibriğe döktüm ve yavaş yavaş suyu dökmeye başladım. Abdest alırken onu izliyordum, dualar okuyor ve yavaş yavaş uzuvlarını yıkıyordu. Sol ayağını da yıkadıktan sonra gözlerini tereğe çevirdi. Ben de o sırada döndüm ve terekteki peşkirleri gördüm. Hemen gidip katlı duran peşkirlerden birini alıp getirdim ve elini yüzünü kuruladı. ‘‘Allah razı olsun evladım.’’ dedi ve uzaklaştı. Arkadaşlarım yanıma geldi ve bahsettikleri ihtiyarın az önceki meczuba benzeyen adam olduğunu söylediler. Merakım gittikçe artıyordu ve bir an önce onun hikayelerini dinlemek istiyordum. Avludaki iskemlelerde oturduk ve ihtiyarın namazını kılmasını bekliyorduk. Avluda kalabalık oluşmaya başlamıştı. Bu sırada ihtiyar da gıcırdayan merdivenlerden ağır ağır indi. Şark köşesine doğru ilerledi ve kendisini dinlemeye gelen kalabalığa da bir bakış attı. Herkesi selamladıktan sonra öyküsünü anlatmaya başladı.
-Memleketin birinde bir avcının merkeplerle dolu bir ahırı varmış. Merkepler birbirleri ile çok iyi anlaşırlarmış, önlerine gelen samanı yer sonra da yatıp uyurlarmış. Günlerden bir gün avcı ormana avlanmaya gitmiş. Ormanda dolanırken bir hışırtı işitmiş ve dönüp baksa ki yaralı bir yavru ceylan. Önce biraz seyretmiş, ayağından yaralanmış belli ki çünkü toplallıyormuş. İlk başta onu bu halde görünce yakalamaktan vazgeçmiş. Ama sonra içinden bir ses ayağından böyle yaralıyken kaçamaz, bir daha eline böyle fırsat geçmez demiş. Küçük ceylan yavrusunu yakalayıp ahıra dönmüş. Oysa ki ceylan kırlarda koşan, kelebeklerle yarışan ve tertemiz ormanında yaşamaktan çok mutlu olan bir yavruymuş. Avcı, bizim yavru ceylanı bahçedeki ahıra bağlamış. Ahırdaki merkepleri gören ceylan ürkmüş, ne yapacağını bilememiş. Gece vakti olunca ayağının ağrısından uyuyamayan ceylanın, avcının da ahıra gelmesiyle iyice uykusu kaçmış. Avcı yemlikleri saman ile doldurup ahırdan çıkmış. Merkepler önlerine dökülen samanı şeker gibi yemeye başlamışlar. İçerisi toz duman olmuş, ceylanın ağrıyan ayağına bir de bu eklenmiş. Yüzünü ekşiten ceylanı gören merkepler onunla dalga geçmeye başlamışlar.
İçlerinden biri; ‘‘Ceylanlarda padişah ve beylerin huyu vardır, susun lütfen!’’ demiş. Bir diğeri de ‘‘Söyleyin ona bu naziklikle bizim ahırımızda değil, gitsin padişahın tahtında otursun.’’ demiş. Bunun üzerine ceylanla dalga geçmeye devam etmişler. Merkeplerden birisi samanın tadına bakması için ceylanı yanına çağırmış. Yavru ceylan bunun üzerine; ‘‘Ben çayırlarda çimenlerde gezerim, bağlardan beslenirim. En temiz havalarda, en temiz sulardan içerim. Ayağımdan yaralandım bir oyuna getirildim de buraya düştüm diye hiç güzel huyumdan vazgeçer miyim? Benim gibi nazlı birisine nasıl olur da saman teklif edersiniz?’’ demiş. Bu sözleri işiten merkepler kahkahalar atmaya başlamışlar. Kendini hala ormanda sanıyor herhalde, dönsün de bir etrafına baksın diyerek dalga geçmeye devam etmişler. Nazlı ceylan bu sözlere pek üzülmüş. Ayağının da ağrısıyla bir köşeye gidip ağlamaya başlamış. Merkeplerden birisi dayanamamış onun bu haline, yanına gitmiş. Yavru ceylan merkebi dost bilmiş ona halini arz etmiş. Annesini ve arkadaşlarını ne kadar özlediğini söylemiş.
‘‘Hem siz bu halde olsaydınız ben size yardım ederdim. Zor duruma düştüm diye siz benimle dalga geçtiniz. Her birimizin yuvası farklıdır, sizinki ahır bizimki ormandır.’’ demiş. Tüm gece bunu düşünen merkep, ceylana yardım etmeye karar vermiş. Önce yaralı ayağını iyileştirmek için ona merhem bulmuş. Günler birbirini kovalamış ve yavru ceylanın yaralı ayağı iyileşmiş. Merkeplerin de yardımıyla yavru ceylan yuvasına dönmüş.’’
İhtiyar hikayesini sonlandırırken Mevlana’nın ‘‘Uçan kuş, yeryüzünde kalsa tasalanır, derde düşse ağlayıp inlemeye koyulur. Fakat ev kuşu, kümes hayvanı, yeryüzünde sevinçle yürür, yem toplar, neşeyle koşar durur.’’ sözünü de söyleyip sedirden kalktı ve odasına gitmek üzere merdivenlere yöneldi.
Eve gitmek üzere Bedesten’den ayrıldım. Bir yandan dar sokaklardan geçiyor, bir yandan da yokuşa tutunan evlerin pencerelerine bakıyordum. Göğe yükselen dev ağaçları, ağaçlarda yuvasına çekilmiş kuşları düşünüyordum. İhtiyar haklıydı; ne bir ceylan ahırda, ne de bir merkep ormanda yaşayabilirdi…
Huzur ü sükun: Rahatlık ve eminlik.
Ehl-i sevap: Allah tarafından mükafata layık görülenler.
Ale-s-seher: Gün doğmadan evvel, seher vakti.
Dost-u kadim: Eski dost.
İbrik: Su ve benzeri sıvıları koymaya yarayan, kulplu ve emzikli kap.
Peşkir: Havlu