“Acele edin lütfen Dük Hazretleri.”
Galler Dükü Lord Philip York hızla içeri girdi. Derme çatma bir yerdi burası. Terk edilmiş hanlardan biriydi muhtemelen. Her seferinde yeni bir yerde buluşuyorlardı ancak seçenekler git gide kötüleşiyorlardı anlaşılan.
“Dük Hazretleri.” Galler Markisi Lord Charles Martins içeri girip dükü selamladı.
“Geç kaldın Charles.” dedi Philip. “Özrümü kabul edin ekselansları. Ailem son zamanlarda sıkı bir denetim geçiriyor. Yolu uzatmam gerekti.” Philip derin bir nefes aldı. Sıkı denetim. Gelin bir de bunun anlamını ona sorun. Kral VII. Henry kimseye göz açtırmıyordu. İmparator Hazretleri’nin özellikle kendisinden pek hoşlanmadığının farkındaydı Philip. Çünkü kendisi tahtın güçlü varislerinden biriydi.
Kral III. Richard’ın ölümünden sonra İngiltere fırtınalı bir dönem geçiriyordu. York ve Lancestar Hanedanları arasında geçen Güller Savaşı, Bosworth Muharebesi ile son bulmuştu. Ancak kazanan ne York ne de Lancestar Hanedanı’ydı. VII. Henry tahta çıkmıştı. O Tudor’lu piç kurusunun tahtta hak iddaa edebilmesi bile saçmalıktan ibaretti. Tanrı aşkına Henry Tudor üveydi. Tahtta bir hakkı olan varsa o da York Hanedanı’ydı.
Philip iç çekti.:
“Baylar burada bulunuş sebebimizi size açıklamama izin verin lütfen. İngiltere Krallığı savaşlardan yorgun düşmüş bir halde. Ard arda yaşanan talihsizlikler, Fransa’ya karşı alınan mağlubiyet, çöken bir ekonomi ve bunun yanında belki de krallığın başına gelen en bedbaht şeylerden biri üzülerek söylemek zorundayım ki Kral Hazretleri’nin kendisi. Soylulara yönelik baskılar, sanki aşağılık birer suçluymuşuz gibi denetim altında tutulmamız… Dostlarım, İngiltere karanlık günlerden geçiyor. Üstelik bu karanlık günler korkarım ki yalnızca daha karanlık günlerin habercisi.”
Lord Philip duraksayarak masadaki soylulara baktı. Onları kendi tarafında istiyordu. Mevcut durumda çok zor görünmüyordu. Kral VII. Henry kendisine düzenlenen suikastlerden sonra o kadar paranoyak olmuştu ki Lordlar Kamarası’na bile nefes aldırmıyor adeta onlara böcek muamelesi yapıyordu.
Clearance Baronu Lord William Rochelle konuşmaya başladı: “Dük Hazretleri cüretimi bağışlayın ancak bu karanlık günlerden çıkış umutlarımız birer birer tükeniyor maalesef. Önce Lord John de La Pole sonrasında ise Lincoln Markisi’nin başına gelenler…”
Philip öfkeyle masaya yumruğunu vurdu: “Ne cüretle! William rütbeni unutuyorsun. Ölenler York Hanedanı’nın bir parçasıydı bu konuda söz hakkın olabileceğini sana düşündüren ne? Yoksa kral tarafından sana bahşedilen yeni rütben aklını mı karıştırdı? Ben hala yaşıyorum ve kudretli York Hanedanı’nın asil soyundan geliyorum. Tahtta görmek istediğin başka York’lular vardı zannediyorum yoksa çok sevgili Tudor piçini mi tercih edersin?”
“Bağışlayın Lordum ben elbette size sadakatle bağlıyım.” Philip bu dönek herifin rüzgara göre yön değiştirdiğinin farkındaydı. Aşağılık köpeğin köylülerden neredeyse farkı yoktu ancak yeni düzen ona birkaç ayrıcalık tanımıştı.
Lord John de La Pole ve Lincoln Markisi’nin ölümü kendisinin işine geliyordu. Philip’in tahttaki rakipleri azalmıştı. Yalnızca kardeşi Elizabeth canını sıkıyordu.
Suffolk Kontu Lord Albert Ellis dükü saygıyla selamladı: “Dük Hazretleri aslında…” Kapın büyük bir gürültü ile açıldı. Tüm Lordlar kılıçlarına sarıldı. “Efendiler kalacak bir yer arıyorum”
Esmer genç aksanlı bir İngilizce ile bunları söylemişti. Lordlardan biri “Sen de kimsin?” diyerek öne atıldı. “Ben Şaban, iş arıyorum, seyisim” dedi adam. Lordlar bu adamı bir an önce ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bir casus olabilirdi, başkaları olabilirdi, bu gizli bir toplantıydı. Ancak Galler Dükü’nün başka planları vardı:
“Beyler müsaade edin genç adamla konuşalım. Seybın iş arıyordun değil mi elimde senin için uygun bir iş var.” Lordlar kibri ile ün salmış Dük Hazretleri’nin aşağı tabakadan biri ile konuşmak istemesine anlam veremediler. Üstelik adam İngiliz bile değildi.
“İsmim Şaban. İş neydi?” diyerek yeniden konuştu Şaban. Bu adamlar pek han sahibine benzemiyordu. Giyim kuşamları yerindeydi. Üstelik hepsi silahlıydı.
Peki gecenin bu vakti bu izbe yerde ne işleri olabilirdi. Şaban çok umursamadı. Belki böylece daha iyi bir iş bulurdu. Bu adamlar mutlaka varlıklı olmalıydılar.
“İçeri gel Sayben. Otur bir içki al.” Dedi Philip. Şaban bu kez ismini düzeltmekle uğraşmadı. Aksayan ayağı ile içeri girdi. Lord Philip’in zihnindeki çarklar dönüyordu. Şaban’ın hikayesini dinlemeye koyuldu.
Esasen Şaban da varlıklı bir ailenin oğluydu. Babası Osmanlı İmparatorluğu’nda hatrı sayılır bir isimdi. Geniş arazileri vardı, Tımarlı Siphahiler’i savaş zamanına kadar ağırlıyor ve bundan gelir elde ediyordu. Üstelik bir ara sarayda bile bulunmuştu. Şaban refah içinde büyümüştü. Ta ki babası ölene kadar. İki abisi mirası bölüşmek istemiyordu. Ancak ikisi de birbirinden beterdi ve karşı karşıya gelmeyi göze alamıyorlardı. Genç Şaban’ın ölümü varis sayısını ikiye düşürmüş olacaktı. Şaban esasen biraz saf bir delikanlıydı. Malda mülkte de pek gözü yoktu. Sakin bir hayat ona yetiyordu. Pek akıllı olmadığının farkındaydı. Bu yüzden ne sarayda katip olmak, ne Tımar gelirleri ile zengin olmak ilgisini çekiyordu. Becerebileceğini de pek sanmıyordu zaten. Abileri isteseydi kendi hakkından bile vazgeçebilirdi. Sakin bir hayat istiyordu. Atlarla ilgilenmeyi seviyordu. Ufak bir kulübede yaşamaktan gocunmuyordu. Ancak işler abileri tarafından öldürülmeye çalışınca değişti. Ölmemişti ama ciddi yaralanmıştı. Bir ayağı aksıyordu. Abilerinden kaçarken olmuştu. Artık at binemiyordu. Bu yüzden seyislik yapmaya başladı. Ama Osmanlı topraklarında işler pek yolunda gitmemişti. Abileri peşini bırakmıyordu. Girdiği her işten birkaç hafta içinde çıkmak zorunda kalmıştı. Şansını İngiltere’de denemek istedi. Köyleri İngiltere sınırına yakındı. Bazı İngiliz köylülerle konuşma fırsatı da olmuştu. Bu dili çat pat biliyordu. İngiltere’de yeni bir hayat kuracaktı. Tabi bu adamlar ona bir iş verirse.
Aradığı adam buydu. Şaban tam olarak biçilmiş kaftandı. İngilizlere güven olmuyordu. Her biri bu üç hanedan arasında gidip geliyordu. Üstelik York Hanedan’ını seven ama kendisini değil yeğenlerini yahut amcalarını destekleyen sayısız kişi vardı. Kimin hangi tarafta olduğunu anlamanın güç olduğu zamanlardı. Oysa bu saf Osmanlı tüm bu kavgalardan habersizdi.
“Genç adam senin için bir işim var. Aslında bir iş de değil bir aile meselesinde yardımın gerek. Yaptıklarının karşılığını elbette alacaksın. Bolca para, bir şato, unvan neye ihtiyacın varsa. Yalnızca kardeşimi kurtarmama yardım et.”
Lordlar şaşkınlıkla düke bakıyor ama canlarını sevdikleri için ses çıkaramıyorlardı. “Kardeşin mi?” dedi Şaban.
York Lord’u konuşmaya devam etti: “ Ülkemiz zalim bir kral tarafından yönetiliyor ancak bundan daha kötüsü kardeşim Elizabeth kralın elinde. Kral onu kendisi ile evlenmeye mecbur kılıyor. Onu kurtarmam lazım. Kardeşimi ve ülkemi. Bana yardım etmelisin.” Elizabeth esasen çıkar ilişkisine dayalı siyasi bir evlilik peşindeydi. Tahta kendisi çıkmaya uğraşmak yerine evlilik yolu ile kraliçe olmayı daha kolay bulmuştu. Ancak Lord Philip bazı ayrıntıları kendisine sakladı. Şaban’a uzun bir hikaye anlattı. Lordlar, savaşlar, prensler, talihsiz ölümler. İngiliz Kraliyet geçmişi bunlardan pek de haberi olmayan bir Osmanlı için oldukça kafa karıştırıcıydı. Philip’in niyeti de buydu. Onun kafasını karıştırmak, kendi tarafına geçmesini sağlamak ve doğru olduğunu düşündüğü şeyi yapmasını sağlamak. Bu yolda zavallı çocuğa biraz iyi davranmakta bir beis görmüyordu.
Şaban ellerini birleştirdi. Gözlerini masadaki adamlarda gezdirdi. En sonunda Philip’te durdu. “Yani sen diyorsun ki müstakbel enişteni ortadan kaldırmamız lazım.” Enişte mi? Şaban ülkesinde kısaca kız kardeşin eşine bu ismin verildiğini anlattı.
Kral VII. Henry. İngiltere’nin İskoçya’nın, İrlanda’nın…Tanrı aşkına neredeyse dünyanın yarısının hükümdarı şimdi yalnızca enişte sıfatında mıydı? Tamam. Sorun yoktu. Anladığı kadarıyla bu biraz küçümseyici bir hitaptı. Öyle olmasa bile mutlak monarşinin hükümdarına böyle seslenmek yeterince küçük düşürücüydü. Hem bu saf herif eğer böyle deyince anlayacaksa tamam öyle olsundu.
“Evet Saban. Müstakbel eniştemin çok uzaklara gitmesi lazım.” Şaban genişçe sırıttı. Karışık bir hikayesi vardı ama Şaban ana fikri anlamıştı. Bu adamlar ufak bir iyilikten sonra ona istediklerini verecekti ve güvende olacaktı. Enişte olacak herif zalimin tekiydi. Üstelik genç bir kadının hayatının geri kalanı mevzu bahisti. İyilik yapmış olacaktı. “O zaman enişte tatile çıksın mı?” deyip gülümsedi.
Lordlar kamarası hızlı bir plan yaptı. Dük Hazretleri evlilik hediyesi olarak krala bir Arap atı hediye edecekti. Şaban da o atın seyisi olarak krala hediye edilecekti. Avlanmaya ve at binmeye meraklı olan kral bu teklifi mutlaka kabul edecekti. Üstelik bu bir zeytin dalı gibi gözükecekti.
Kral, Elizabeth’in ısrarı ile Lord Philip’in hediyelerini kabul etti. Ertesi gün ava çıkmaya karar verildi. Ceylan kralın en sevdiği av hayvanlarından biriydi. Av için ideal bir mevsimdi. Şaban da ava katıldı. Krala bizzat eşlik ediyordu. Sessizce ormanın içine ilerlediler. Ceylanlar ürkek ve atik hayvanlardı. Kalabalık bir grupla avlamak kötü bir fikirdi.
Aksilik bu ya kralın bir anda huysuzlandı ve eksesanlarını sapa bir noktada üstünden attı. Şaban bu noktada işini bitirecekti. Kralın ölümü çok yakındı. Ancak Şaban etrafında bir hareketlenme hissetti. Kralın adamları geliyordu. Şaban ani bir kararla kralı kurtardı. Kısa bir kahramanlık gösterisi
Avdan dönüldü. Ve kahraman Şaban krala kendisinin avladığı bir ceylanı ziyafet yemeği olarak sundu. Zehirli bir ziyafet. Elbette dükün yardımı ile. Böylelikle enişte bey birkaç saat içinde uzun bir tatile çıkacaktı.