Gölgeler

Beyza Betül Özcan

Firdevs saati sabah yedi otuza kurdu. Her ne kadar bu küçük semtten şikayetçi olsa da gazete binasına çok yakındı evi. Bu sayede sabahları yarım saat fazladan uyuyabiliyordu. Üstelik kirası da uygundu. Annesi vefat ettikten sonra daha küçük bir eve çıkmak istemişti fakat sevimli ev sahibeleri "Bari sen gitme Firdevs. Elimizde büyüdün sayılır. Anneni kızım seni torunum bildim. Şimdi sen de gidersen ikinizin yokluğuna nasıl alışırım?" demişti. Firdevs'in, evdeki hatıralarla beraber daha fazla yaşayamayacağına ve küçük bir evde kendine yeniden bir düzen kurması gerektiğine dair ısrarları ev sahibesini ikna etmeye yetmişti. Hatta ev sahibi Fatma Hanım son iyiliğini de yapmış şu an oturduğu evi bulmasına yardımcı olmuştu. Eniştemin evi demişti, tonton elleri ile Firdev'sin ellerini tutarken. Seni başka kimselere emanet edemem. Eniştem uzun yıllardan beri yurt dışında, buradaki ev ile ben ilgileniyordum. Epeydir boştu. Artık orası senin evin ben de arada sırada uğrarım yoksa aklım kalır, diyerek teslim etmişti anahtarlığı.

Sabah saat yedi otuzda alarm sesiyle uyandı Firdevs ve çoğu insanın aksine bu sesle uyandığına sevindi. Çünkü günlerdir gözüne sağlam bir uyku girmemiş dahası daldığı anda annesinin sesi ile uyanır olmuştu. İyiydi daha da iyi olacaktı. Kalktı ve elini yüzünü yıkayıp hazırlanmaya başladı. Kahvaltıyı bugünlerde pas geçiyordu. Ne zaman sabahları mutfağa girse; annesinin ona akşamdan hazırlayıp masanın üzerine koyduğu sandvici arıyordu gözleri. Bir bardak su içip mutfaktan çıkıyordu. Bugün de öyle oldu ve devam eden diğer günler de. Gazetede işler çok yoğun olmadığı müddetçe altı gibi işten çıkıyor arkadaşları ile dışarıda yemek yiyordu. Annesine inat annesinin kızdığı her şeyi yer olmuştu. Annesi bir yerlerden çıkacak ona kızacak diye bekledi hep. Bekledi bekledi bekledi...

10 MART 2018 Gecesi Firdevs’in Babasının Evi

Fazla uzağa gitmiş olmamalı gölgesi hala cama aksediyor. Acele etmeliyim. Bu sefer de elimden kaçıramam. Yer soğuk. En son ne zaman halı yüzü gördü kim bilir. Çorapsız ayaklarım kara betonun üzerinde yavaş yavaş gidip geliyor. Işığı açmıyorum. Ürkütmemeliyim. Konuşmamalıyım belki de. Odanın üç duvarı da boş. Yalnız fazlaca büyük bir oda burası. Köşede ahşap ayaklı abajur var. Odaya girişte ilk o selamlıyor sizi. Kapının hemen solunda ikili bir koltuk var. Sağda dört ayaklı sehpa üzerine oturtulmuş elli beş ekran bir televizyon. Televizyonun hemen karşısında yenice bir berjer var. Karşı duvardaki ikili deri koltuğa inat rengarenk kumaş ile kaplanmış. Karanlıkta bile gözümü yoruyor. Kafamı kaldırıyorum. Tavanda dört kollu bir avize. Yıllanmış. Üstelik sadece bir tane ampulü var. Ev sahibi heralde kullanmıyor diye düşünüyorum. Berjerin hemen arkasında pencere var. Pencere yere sıfır, balkona açılıyor. Bu izbe binanın en güzel yeri burası işte. Diğer iki odaya küf kokusundan girilmiyor. Perde, sigara ve isten olsa gerek sararmış. Rüzgarın esmesi ile perde kendini balkona kaçırıyor. Ben hala bekliyorum üstelik ayaklarım soğuğa aldırmıyor. İyi ki hırkamı almışım diyorum içimden. Ayağımda lacivert eşofman. Rüzgar estikçe perde hareketleniyor. Perdenin arkasına gizleniyorum. Gölge artık çok daha yakın. Derken hiç hesapta olmayan bir ses. Bir gök gürlemesi tüm şehrin gürültüsünü susturuyor. İrkiliyorum. Perde içeri giriyor. Geri çekiliyorum. Elim hala perdede. Derken yavaş yavaş gölge kayboluyor. Perdenin uçları ıslanmış. Yağmur artık daha ısrarlı yağıyor. Camı kapatıyorum. İçimde bir ürperti. Sokak lambası sönüyor. Demek o kadar saat kovaladım onu diyorum. Abajurun düğmesine basıyorum. Akşam oluyor. Televizyonu açıyorum. Yüz on ikinci kanalda takılı kalmış. Aslanların çiftleşmesini anlatan bir belgesi izliyorum. Aklım hala onda. Zaman geçsin diye bekliyorum. Evde yalnızım. Böyle misafirlik mi olur diye ev sahibine kızıyorum. Odadan çıkıyorum. Küçük bir koridor burası bir duvarında Rocky posteri diğerinde ceylan halısı asılı. Posterin kenarı küften kavlamış. Halıda ise ceylanın gözleri iplik iplik olmuş. Artık kimse yavrusunu ceylan gözlüm diye sevemeyecek. Beş adımlık koridorun sonunda mutfağa ulaşıyorum. Yerden bitme kırmızı bir buzdolabı var. Kapağını açıyorum. Birkaç zeytin biraz küflü peynir ve domates alıyorum. Dünden kalmış olsa gerek bayatlamış ekmeğin ucunu kesip sandviç yapıyorum. Isırarak yerime oturuyorum. Ev sahibini bekliyorum. Beni böyle görse acaba güler mi? Kızması yüksek ihtimal. Oysa ki beni burada tutan şeyler var hissediyorum. Bir yerlerdeler. Gözleri omuzlarımda geziyor. İçimdeki boşluğun yavaş yavaş kaybolduğunu hissediyorum. Bu sefer erkek arslan saldıracak diyorum. Dişisini kaçırdılar çünkü. Tıpkı benim gibi. O an arslanı kıskanıyorum. Onun kadar cesur olamadığım için. Sandviçim bitti. Camdan dışarı bakıyorum. Gök hala siyah. Lacivert rengi geceleri özlediğimi fark ediyorum. Yıldızları olan geceleri. Saati aranıyorum. Kollarım bomboş. Evde unuttum galiba. Sanırım bi on yıl önce falandı. Zamanı önemsemiyorum. Sadece nasıl göründüğümü merak ediyorum. Acaba benden ürküyor mu? Ondan mı kaçıyor benden? Bunu asla anlayamayacağım. Yoo yo evde ayna olmadığından değil kendimi onun gözünden göremediğim için. İçim geçmiş. Kim bilir kaç zaman sonra uyanıyorum. Tvde erkek arslan dişisinin önüne uzanmış geviş getiriyor. Dişisi gayet vakur patileri ile arslanı okşuyor, boynunu yalıyor. Televizyonu kapatmak için ayağa kalkıyorum. Bir gürültü kopuyor. Televizyon ve abajur aynı anda kapanıyor. Yerdeyim. Bu sefer üşüyorum. Sessizlik odanın boş duvarlarına çarpıp kulaklarımı çınlatıyor. Korku ile karışık heyecanlandığımı hissediyorum. Biraz da mutluyum sanki. Eğer ayna olsaydı yüzümde yayılan yarım yamalak tebessümü görebilirdim. Geldi diyorum. Kendimi sürünerek geri çekiyorum. Berjerin hemen önündeyim. Ahşap ayağını kavrıyorum. Elim ile abajurun fişini takıyorum. Odada loş bir ışık. Pencereye doğru bakıyorum. İşte orada. Gölgede yerden yükseğe doğru hafif bi sivrileşme var. Sanırım sırtında kambur var. Hiç hareket etmiyor. Kaskatı kesilmiş sanki. Başı pencerenin kayıklarında bitiyor. Yarım akıllı diye geçiriyorum içimden. Pusuda bekler gibi onu izliyorum. Bu sefer korkmuyorum. Onu yakalayacağıma o kadar eminim ki. Ona soracak sorular biriktirdim. Bunca yıl neden beni takip ettiğini? Neden yüzünü bir sır gibi sakladığını? Yoksa yoksa o da benim gibi korkak mıydı? Hayır hayır benimkisi korkaklık değil ki. Ben ne gerekiyorsa onu yaptım.

Ne yaptın söylesene?!

Aman Allahım nerden geldi o ses ? Kafamın içinden kafamın içinden! Susun sizi lanet şeyler! Gölgeyi ürkütmemeliyim.

Ne yaptın söylesene?!

Bir dakika, ses ses gölgeden geliyor. Bir hareketlenmeler var. Ayağa kalkıyorum. O da kalkıyor. Yarı açık perdeyi kavrıyorum. Çürümüş perdeyi tamamen sıyırıyorum. O hala burada. Ama bu kez konuşmuyor. Doğru ya soruyu o sordu. Ne yaptın? Pencereyi açıyorum. Gölge hala camda beni bekliyor. Şimdi sadece susuyorum. Ufak bir balkon burası. Köşede eski mi eski bir sandalye var hepsi bu. Dört katlı bir apartmanın son katındayım. Sağ taraftakiler tatile gitmiş olmalı. Hiç ışıkları yanmıyor. Aşağı katlarda da kimse yok. Yoksa hepsi bu gece bir düğüne mi davetliler? Ev sahibine üzülüyorum. Ama dur belki onu da çağırmışlardır. Bu saat oldu hala gelmedi. Sandalyeye oturuyorum. Ayaklarımı balkonun demirlerine uzatıyorum. Gölge beni izliyor. Şimdi o da oturdu. Biliyorum bir cevap bekliyor.

Ne yaptın?!

Defalarca soruyor. Kafamı kaldıramıyorum. Gölgeyi ürkütmemeliyim. Ama bir türlü susmak bilmiyor. Başımı ellerimin arasına aldım. Sıkıca kavrıyorum. Düşün düşün hadi. Ben ne yaptım? Ne yaptım? Ayağa kalkıyorum. Gölge orada, camın sol çaprazında beni izliyor. Gözleri üzerimde hissediyorum. Karaltıyı kaldırıp yüzünü görmek istiyorum. Hiç bir şey. Bu cümle ağzımdan istemsizce çıkıyor. Omuzlarım çöküyor.Hiç bir şey yapmadın öyle mi, diye tekrarlıyor gölge. Bu sefer kaçmıyor. Yapmadım değil yapamadım! Öylece gitmesine izin verdim. Bilmiyorum. İçimde onun kalmasını gerektirecek bir duygu yoktu. En azından o an öyle hissettim. Ama gidince gidip de dönmeyince… Öncesi bir özlem sonrası derin bir nefret hissettim. Şimdi ise sadece pişmanlık. Başım yerde. Balkonun tabanındaki fayansları sayıyorum. Bir iki üç dört… Derken bir kahkaha kopuyor.

Gölge!

Gölge bana bakarak kahkahalar atıyor. Demek pişmansın demek çok özledin? Susmuyor. Sesi kulaklarımı yırtarcasına mahalleyi inletiyor. Tam da düğüne gidecek günü buldunuz diye komşulara kızıyorum. Bir iki adım atıyorum. Bu sefer ürkütmek umrumda bile değil. Aşşağlık kahkahalara bir son vermek tüm derdim. Tuttum. Ellerim boğazında. Camdan çekmiyorum ellerimi. Bomboş bir karaltı şu an. Yüzünü hala kestiremiyorum. Midem bulanıyor kusmak istiyorum. Susmuyor. Ben boğazlamaya devam ediyorum o da kahkahalarına. Ayaklarımla pencereye vuruyorum. Sus sus sus! Hızlı vurmuş olmalıyım ki bir cam kırığı sesi, geceyi yırtarcasına önüme dökülüyor. Eğiliyorum. Sesleri kesilmiş artık. Parça parça olmuşlar. Gölge gölge nerdeydi peki? Arkamı dönüyorum. Perdeden kahkaha sesleri geliyor. Sararmış perdede çok seçemiyorum onu. Ama omuzlarını görüyorum. Karşımda. Perdeyi yakalıyorum bu sefer. Olanca kuvvetimle boğazlıyorum gölgeyi. Ama bir türlü susmuyor. Rüzgar yer yer içeri kaçırıyor perdeyi. Çekip balkona alıyorum onu. Ellerim hala boğazında. Ölecek hissediyorum. Balkonun demirlerine doğru yuvarlanıyoruz…

2 Gün Sonra Firdevs'in Evi

Firdevs o sabah alarm çalmadan uyandı. Hafta sonu arkadaşları beraber eğlenmiş epey yorgun düşmüştü. Tüm o yorgunluğun aksine kendini çok zinde hissediyordu. İçinde anlam veremediği bir huzur. Yatağını topladı. Duş aldı, işe gitmek için hazırlandı. Kendine özenle sandviç hazırladı. Kahvaltısız geçen onca günün ardından bu bile büyük bir şeydi onun için. Sandvici kese kağıda koydu.Yeni aldığı haki yeşili ceketini üzerine geçirdi. O gün işe giderken annesini de yanında götürmek istedi. O yüzden annesinin en sevdiği ceylan derisi çantasını koluna taktı. Arabasına binip işyerinin yolunu tuttu. Radyoda kötü giden havalara inat baharı getiren şarkılar çalıyordu. Aklına gelen düşünceleri ötelemeye çalıştı. Trafik polisine gülümsedi, yaşlı bir teyzeye yol verdi. Erken kalktığına göre yolu uzatabilirdi. Böylece iş yerine gelmesi ile yarım kalan programın tamamını da dinlemiş olurdu.

Ötelemeye çalıştığı düşünceler bir kırmızı ışıkta yakaladı onu. Her şey cuma günü iş çıkışı başlamıştı. Eve girdikten on dakika sonra kapı çalmıştı. Şu an bile dakikası dakikasına hatırlıyordu. Saat on sekiz on beşti. Karşısında altmışına dayanmış kır saçlı bir adam vardı. Boyu uzun, fiziği düzgündü. Kendisinden ona yarım saat ayırmasını rica ediyordu. Kimsiniz sorusuna amcan, diye karşılık vermişti. Hiç görmediği amcası mıydı kapıda dikilen ? Biraz tedirgin bir halde içeri buyur etmişti. Acelem var diyerek bir bir anlatmaya başlamıştı adam. Onu nasıl bulduğundan, akrabalarından, hiç görmediği memleketinden bahsedip durmuştu. O an duyduğu şeyler içinde bir kıpırtı dahi hissettirmemişti. Hayalet gibi dinliyor tepki vermiyordu. Aklında sadece bir isim vardı; Hilmi Yalvaç. Hiç görmediği babası bundan on yıl önce İstanbul’a gelmiş bir daha ondan haber alamamışlardı. Önce annesini bulmuşlar, öldüğünü öğrenince rotayı yeğenlerine çevirmişlerdi. Neydi, niçindi, nasıl olmuştu da kendisini bulmuştu bu adam, hiçbiri ile ilgilenmiyordu.Tek bildiği başka bir kadın için onları sokak ortasında bırakan bu adamın adını bile duymak istemediğiydi.

Hikayenin bu kısmı her ne kadar yabancının ağzından farklı dökülse de onun tek bir gerçeği vardı ve bu asla değişmeyecekti. Bunları düşünerek gazete binasından içeri girdi. Her zaman olduğu gibi güvenliğe selam verdi. İkinci kata çıktı ve cam kenarındaki masasına oturdu. Saat sekiz elli dokuz. Çantasından evde yaptığı sandvici çıkardı. Masasındaki boş bardağa matarasından su koydu. Alt kattaki çay ocağını arayarak çay istedi. Her sabah olduğu gibi Mehmet elindeki kağıtlarla içeri girdi. Masasına kağıtları koyarken bunları siteye yüklemesini söyledi. En üst sayfadaki haberi son dakika geçmesini istedi. Kağıtları önüne çekti. Bilgisayarı açtı. Gazetenin sitesine giriş yaptı. Üst üste duran kağıtların ilkini eline aldı. Şöyle bir göz gezdirdi. Boğazına bir şeylerin oturduğunu hissetti. Ayaklarında can kalmamış yüzünün feri gitmişti bir anda. Kalbinde bir ağırlık hissetti. Şöyle bir doğruldu. Derin bir nefes aldı. Yutkundu. Bardağından bir yudum su aldı ve haberi girdi.

"10 Mart 2018 Cumartesi günü Bayrampaşa’da gece yarısı suları intihar olayı gerçekleşti. Mahalle sakinleri pazar sabah saatlerinde viran bir halde olan dört katlı apartmanın bahçesinde bir ceset buldu. Cesedin elli iki yaşında olan Hilmi Yalvaç’a ait olduğu belirtildi. Mahalle muhtarından edinilen bilgiye göre Hilmi Yalvaç ‘ın yaklaşık on sene önce İstanbul’a geldiği zaruri ihtiyaçları hariç çok dışarı çıkmadığı öğrenildi. Hikayenin geri kalanını mahalle sakinlerinden dinleyelim.

Hilmi Yalvaç’ın buraya taşındığı ilk günler; karısının evliliklerinin ikinci senesinde altı aylık kızını da alarak başka bir adamla kaçtığını, bu zamana kadar onları her yerde aradığını, son olarak buraya geldiğini, anlattığını bir daha da bu konu hakkında konuşmadığını belirttiler. Hilmi Yalvaç'ın son üç yıl içinde bunalımları artmış önce işini sonrada evini kaybetmiş. Yıkılmaya yüz tutmuş dört katlı bu binaya yerleştikten sonra mahalle muhtarı kendisini doktora götürmeyi teklif ettiğini ama tüm çabalara rağmen ikna edemediğini belirtti.

Hilmi Yalvaç’ın naaşı yapılan araştırmalar sonucu bilinen bir akrabası çıkmadığı için mahalle muhtarı ve birkaç mahalleli tarafından pazar günü ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından kaldırılmış kimsesizler mezarlığına defnolunmuştur. “

Firdevs yazıyı bitirene kadar çayı masasına gelmişti. Bir şeker atıp karıştırmaya başladı. Şeker eridikçe rahatladığını hissetti. Radyoyu açtı. En sevdiği şarkı çalıyordu.. Uzanıp sandviçi paketinden çıkardı ve geriye yaslanıp sandivicini yemeye başladı.