Bir hayli oluyor buraya geleli. İlk yapıldığı zamanlarda getirmişlerdi beni buraya, kaç yıl geçti üzerinden hatırlamıyorum. Bana bazen iki yıl gibi de geliyor yirmi yıl gibi de. Ayları tam hatırlamıyorum ama güneş tepemde ışıldıyor epeydir. Yaz geldi, hatta gitmek üzere bile olabilir. Baş tabip yanımdan ağır ağır geçerken ona sorasım geliyor bazen. Sonra vazgeçiyorum. Epey oldu buraya geleli. Nedense bugün kırk yıl geçmiş gibi hissediyorum. Yarın dört yıl gibi gelir belki.
Bugün musikî ekibi gelmedi, o yüzden keyfim yok pek. Dışarıdayım. Muhtemelen yarın gelecekler. Zaten onlar gelince biz içeride, yüksek kubbeyle örtülü mermer döşeli salonda, şadırvanın çevresinde oluyoruz. Musikî başlayınca şadırvanın suları da kubbeye kadar çıkıyor sanki, büyük bir şaşkınlıkla suları izliyoruz. Bugün hava güzel olduğu için dışarı çıkardılar. Burada da sular var, akıyor. Bazen çok yukarı çıkıp oradan hızla aşağı düşüyormuş gibi oluyorlar. Bu aralar ben de öyle oluyorum. Bazen geçmişi hatırlıyorum. Annem vardı, babam vardı, ablam vardı. Sonra bir de onun kocası oldu. Onu bazen hatırlıyorum, bazen hatırlamıyorum. Adı neydi bilmiyorum. Ben enişte derdim, herhalde öyle derdim. Yoksa yanlış mı hatırlıyorum?
Sepetçilik yapardım ben, halâ yapıyorum. En büyük meziyetim bu. Dükkânım vardı çarşıda, onu da iyi biliyorum. Neden sonra buraya geldim? Bunu hala anlamıyorum. Suların sesi bana sanki bir şey mi anlatıyor? Bazen benimle konuştuklarını duyuyorum. Cevap veriyorum, nezaket gereği. Öyle olunca gelip beni alıyorlar. İçeri götürüyorlar. Niye götürüyorlar ki? Eğer susmam içinse, ben sessizken de konuşuyorum.
Buraya geldiğim ilk günü hatırlıyorum. Girişte, "Halkın sığınağı Padişah Beyazıd Han, bu binayı elemleri gidermek için yaptı. Burası hastalıklar için şifa yurdudur." yazıyordu. Hastalığım neydi? Bilmiyordum. Şifası burada mıydı? Bilmiyordum. Hasta mıyım onu bile bilmiyordum. Tek bildiğim ablamla enişte dediğim bet suratlının beni buraya getirdiğiydi. Derdimin devâsı buradaydı demek, onlar emindi. Ben değildim. Enişteden haz etmiyordum. Validemi babam aldı elimden, ablamı da enişte. Bana şifâ olacak iki kadının merhametinden mahrum bıraktılar beni, şimdi buradan şifâ bekliyorlar. Geldiğim günden beri kamışlarla iç içeyim. Şifâ sepette demek ki.
Bir sürü sepet örüyorum burada. Örünce tabiplere veriyorum, onlar da satıyorlar herhalde. Ben büyükleri sekiz, küçükleri beş akçeden satardım. Acaba onlar kaça satıyor? Bir tane de padişaha yaptım, en güzeli o oldu. Sonra bevvap Hasan’a verdim ona ulaştırsın diye. Burada arkadaşlarım var, onlar da bir şeyler yapıyorlar. Şu kır saçlı olan, halıcıymış eskiden. Dükkânı yanmadan önce. O da şimdi burada ceylan desenli kilimler dokuyor. Bana da hediye etti daha önce. Çok beğendiğim için saklıyorum. Ona bir sepet öreceğim yakında. Biraz büyük olacak. Belki içine iplerini koyar. Ceylanlar gizlice oynarlar orada.
Geldi işte yine. Hep böyle oluyor. Beklemediğim anlarda gelip içimi kemiriyor. “Şeytan” derdi bizim komşular, “Şeytan tarafından ruhu kabz edilmiş zavallının.” Bunu sadece komşular söylerdi ama buradakilerden hiç duymadım. Zaten şeytan olsa korkardım ama korkmuyorum ki. Her ne ise, o benimle savaşıyor ben de onunla savaşıyorum. Kafamı iki elimin arasına alıp vuruyorum ölsün diye. Babam çok vurduğu için annem ölmüştü çünkü. Ben de böyle yaparsam ölür diyorum ama ölmüyor. Uyumaya çalışırken, helaya giderken, avluda otururken, her zaman, her yerde gelip kafamın içine giriyor. Ben duymak istemedikçe bir şeyler söylüyor. “Niye doğdun?” diyor, “Ne için yaşıyorsun, burası bomboş bir yer.” diyor. “Öldür kendini!” diyor. “O zaman yanarım cehennemde, Allah kendini öldürenleri sevmez.” diyorum. “Allah yok.” diyor, “Cehennem yok.” diyor. “Sen bile yoksun.” diyor. O zaman daha şiddetle vuruyorum, sussun diye, ölsün diye. Bazen susuyor ama hiç ölmüyor.
Geçenlerde ben yine avludayken, hiç olmayacak zamanda geldi. Çamaşırhanenin sağındaki eyvanda oturup gelen gideni seyrediyordum. Önümden bir adam geçti, sedyede yatıyordu. Tabipler hızlıca götürdüler onu. Adam acılar içinde inliyordu. Ayağı parçalanmış, kemiği dışarıdan görünür olmuştu. Külliye inşaatında çalışan bir ameleymiş, o aşağıdayken yukarıda çalışanlardan biri ayağına taş düşürmüş. Öyle dedi arkasından koşarak tabiplere yetişmeye çalışan zayıf, kısa boylu adam. Telaştan ve korkudan iyice küçülmüş sanki avuç içine sığacak gibi olmuştu. Uzaktan izledim onları ama içim bir hoş oldu kanı görünce. İstifra edecek gibi oldum. Sonra annem geldi aklıma. Onu son gördüğümde, o da böyle, yerde, kanlar içindeydi. Fena bir ağrı yokladı başımı. Sonra o geldi işte yine. "Öldür kendini!" dedi bana. "Ne duruyorsun hala öldürsene kendini. Senin bu cihânda yaşamanın ne manâsı, kime ne faydası var?" Susturmaya çalıştım onu, duymamaya çalıştım. En son kafamı eyvanın duvarlarına vurduğumu hatırlıyorum. Sonrası yok. Uyandığımda odadaydım. Buhuri yine elinde tütsüyle gelmiş, odanın içinde gezdiriyordu. Bu kokuyu seviyordum, akşam olduğunu bu kokuyu duyunca anlıyordum odadan hiç çıkmadığım günlerde. Çünkü sabah başka, akşam başka bir buhur yakıp tüm darüşşifayı kokulandırıyordu.
Beni buraya ablamla kocası getirdi. Ne deniyordu ona, enişte işte. Kimsem kalmadığı için onların yanında kalmaya başlamıştım. Bunları ne kadar kolay hatırladığımı düşününce şaşırıyorum bazen. Unutmak için uğraştım halbuki. Kendimi bir kere yakmaya çalışmışım, buradaki tabipler konuşurken onlardan duydum. Oysa bunu hiç hatırlamıyorum. Ablamla enişte beni buraya getirdiklerinde burası yeni yapılmıştı. 1488 yılının ilkbaharıydı. Şimdi hangi yıldayız, bunu bilmiyorum. Tabip gelince soracağım hangi yılda olduğumuzu. Merak ediyorum.
Sordum, 1491 dedi. Üç yıl olmuş ben geleli. Ne kadar az olmuş, yaşarken bana hiç öyle gelmedi. Demek üç yıldır öldüremedim onu. Hala gelip, göğüs kafesimi sıkıştırıp beni nefessiz, gözlerimi fersiz bırakabiliyor. Aklımın içini kurcalayıp birkaç yersiz vesveseyi daha oraya atıp kaçıyor. Ne zamandır böyleyim bilmiyorum. Eskiden sepet örerdim sadece, düşünmezdim böyle. Annem vardı, babam vardı, ablam da yanımızdaydı hala. O zamanlar ben de onlar gibi dışarıda yaşardım. Sonra birden bir şey oldu. Hepsi yok oldu etrafımdan. Ben yalnız kalınca o gelip yerleşti kafamın içine. Sonra yolum düştü buraya.
Burada bazı günler keyfim yerinde. Padişah, on hanende ve sazende tayin etmiş, bizim için. Üçü hanende, biri neyzen, biri kemancı, biri musîkârcı, biri santurcu, biri çengi, biri çenk santurcu, biri udcu olup, haftada üç kez gelerek bizlere musikî icra ediyorlar. Sabahleyin hüseyni makamından, ikindi vakti buselik makamından, akşamları ise zengüle makamından besteler çalıyorlar. Çalmaya başlamadan önce kendi aralarında konuşurken dinliyorum onları, oradan aşinâyım isimlere. Padişah önemsiyor bizi, keyfimizin yerinde olmasını istiyor. Demek onun için ördüğüm sepetler ulaşmış eline, karşılığını böyle veriyor.
Musikîciler bugün de gelmedi. Dünden beri onları bekliyordum oysa, boşa beklemişim. Bevvap Hasan'a sordum, padişah bugün başka bir yerde çalmaları için görevlendirmiş onları. Yarın buraya geleceklermiş, öyle dedi. Ne yapmalı şimdi? Oturup bir de yarını mı beklemeli? Gelmeyeceklerdi madem neden haber verilmedi, beklemek güzel bir şey mi sanıyorlar? Musîki olmayınca ben onunla uğraşmak zorunda kalıyorum. İşte yine geldi. Off! Susturmanın bir yolu yok mu seni? Ne yaptıysam olmuyor, olmuyor, olmuyor. İyisi mi parçalansın kafam dünkü amelenin ayağı gibi. Niye hatırıma geldi bu şimdi, zaten kan midemi bulandırıyor. Annemi de hatırlatıyor. Yahu sus artık sus, hatırlatma istemediğim şeyleri!
Uyandığımda buhuri yoktu odada. Kır saçlı halıcı ve sepet kamışlarım da yoktu. En son avluda olduğumu ve birisinin beni tutarak "Hemen tecrit edilsin." dediğini hatırlıyordum ama kim olduğunu çıkaramıyordum. Bugün musikîciler gelecekti. Aklıma gelince hemen şadırvanlı salona gitmek için doğruldum. Bileklerimden bir şey tuttu, tam kalkacakken tekrar oturdum. Gözümün üstünden sarkan beyaz bez parçasını da anlamlandıramadım. Neler oldu yine kim bilir benim hatırlamadığım. Tabip gelsin, ona soracağım.