Sırtımızda beşer ok ve yayla yola koyulduk; yapılacak medrese için ihtiyacımız olan oyma aletlerimizi toplayacaktık. “Enişte, büyük olmayacakmış medrese. İki ceylan yetecektir.” dedim yeşil ağaçların arasında yürürken. “Hele bir bulalım da.” Önden eniştem, ardından ben yürüyordum. Hava öylesine sıcaktı ki. Azıcık esse de biraz serinlesek diye dua ediyordum. “Sana Mehmet mi haber getirdi?” diye sordu eniştem. “Evet.” dedim yalnızca. Mehmet, valinin görevlendirdiği adamdı. Haberleri o getirirdi bize.
Oymacılık işini babamla yapıyorduk, ablam evlenince eniştem de bizimle bu işi yapmaya başladı. Bizde baba mesleğiydi bu meslek, eniştem de iç güveyi olarak ailemize gelince bizimle çalışmaya başladı.
“Aha Hasan! Yavru gördüm, şurada kızılağacın orda. Gördün mü?” dedi heyecanla. Görmemiştim, eniştemin eliyle işaret ettiği yere baktım. İşte oradaydı. Öyle tatlıydı ki. Sırtındaki beyaz benekleri kahverengi derisinde yıldız gibi parlıyordu. Kulakları ise küçücüktü, tıpkı bedeni gibi. “Enişte bu yavru, daha çok küçük, işimize yaramaz.” İnsan kıyamazdı bu yavru ceylanı avlamaya, öyle tatlıydı. “Ne biliyorsun Hasan,denemekten zarar çıkmaz.” Eniştem lakayıt bir adamdı. Bazen babam adam olmadığını da söylerdi. Ben duymazdan gelirdim ama içten içe hak da verirdim. Bacımı ne diye eniştem gibi herife verdi diye düşünürdüm. Düşüncelerimin sonunda beni karşılayan ise eniştem olurdu hep, bir de saf, iyi niyetli bacım.
Bir şey söylemedim enişteme, yürümeye devam ettim. Yavru ceylan sesimizi duymuş olacak ki koşarak uzaklaştı. “Şu yavrunun peşinden gidelim, anasına gidecektir. Biz de anasını avlarız.” diyerek ceylanın koştuğu yere yöneldi. Adımları hızlandı. “Enişte, Allah’ın aşkına yavrusu olan anayı mı avlayacağız? Gözünü seveyim gel bu tarafa.” Bu adam benim imtihanımdı, bugün bir kez daha inanmıştım buna. Ne diye bununla çıktım ceylan aramaya. Dinlemedi beni, yürüdü o ceylanın peşine. Gittim ben de peşinden.
Tepedeki güneş sanki başıma giriyordu, ağaç yapraklarının sallantısı biraz yel getiriyordu da ferahlıyordum. Yavaşladık biraz. Hesaplar dönüyordu kafamda; iki yetişkin ceylan bulsak. İkisinin ayaklarından toplam sekiz oyma aleti yapsak, aletler iki ay bize yetse, iki ay sonra ava çıksak, yapraklar çoktan dökmüş olur, ceylanları göremeyiz iyi saklanırlar. Bu adamla da avlanmak zor, Allah’ım bana sabır ver.
“Niye yaptırıyorlarmış bu medreseyi? Medrese yaptırmak farz mı olmuş?” Duraksadı, soruyu sorarken geriye, bana döndü. Sorusunun cevabını biliyordu, ciddi bir şeyler duymak değildi niyeti, bu niyetini fark ettiğimi de biliyordu. “İlim tahsili için, İslâm’a hizmet için.” dedim. Bir şey demedi. Eniştemin dinle olan alakasını yahut olmayan alakasını birçok kez düşündüm fakat kimin dindar olduğunu kimin dindar olmadığını bilmezdik bu yüzden düşüncelerimden de silmeye çalıştım bu meseleyi. Önüne dönüp yürümeye devam etti.
Ormanın içinde, sessizliği koluma takmış yürüdüm. Ara sıra dürttü kolumdakini eniştem, aldırış etmeden susmaya devam ettim. Kendi kendine konuştu da durdu eniştem.
İkindiye doğru hava biraz serinledi. O yavru ceylandan başka bir ceylan göremedik.
“Şu tarafa gidelim enişte.” Elimle gösterdiğim yön, ceylanların uğrak yeri olan dereye çıkıyordu. “Böyle gitmeye devam edersek değil ceylan, bir it bile bulamayacağız.” O tarafa yöneldim, eniştem peşimden geldi. Sesi çıkmadı eniştemin, onun da canını sıkmıştı bir şey bulamayışımız.
Çok gitmeden derenin sesini duyduk. Heyecanlandım. Dereye yaklaştık. Göremesek de sesi belli ediyordu kendini; sakince akıyordu. Yol kıvrımını geçince karşıdaki ağacı hedefledim kendime. Ağacın arkasından avlanabilirdik. “Haydi enişte, şu ağacı görüyor musun?” dedim o ağacı göstererek. Eniştem hemen yanımda duruyordu, kafasını onaylarcasına salladı. “Orada durup avlanabiliriz.” dedim. Yürümeye yeltendi, tuttum kolunu. “Enişte, önden ben gideceğim.” Yürüdüm ağaca doğru, hemen arkamdaydı eniştem. O ağacın yanına gidince durdum, dereyi gördüm, sonra ceylanları gördüm. Üç ceylan su içiyordu. Gülümsedim. Sırtımı ağaca dayadım, eniştem karşımdaydı. Yüklendiğim malzemelerimi sırtımdan indirdim. “Hey yavrum be, şu güzellere bak!” dedi eniştem, dere tarafına bakarken. “Eğil enişte, görüp ürkmesinler. Allah muhafaza, yürüdüklerimiz hep ziyan olur.” dedim sessizce. “Hasan, şu ortadakini ateşte çeviririz, etli duruyor maşallah! Akşama ziyafet veririz.” Edebilse çiğ çiğ yiyecek. “Enişte gözünü seveyim indir sırtından şunları. İşimizi halledip yola koyulalım. Geldiğimiz yolları geri gideceğiz daha.” Yanıma çömeldi eniştem, indirdi sırtındaki yükünü. Yayını ve oklarını çıkardı yükünden, yere bıraktı. Oklardan birini diğer dört okun yanından çekti, çıkardı. Yayı yerleştirdi sol eline, çıkardığı oku öpüp ayaklandı. O sırada ben de çakımı hazırlayıp kuşağıma soktum. Okumu yayımı alıp ayağa kalktım. “İkisini vuracağız da diğerini nasıl vuracağız?” dedi, oku parmakların arasında, gözleri ceylanlardaydı. “İkisi bize yeter. Diğerini zaten vuramayız.” İki ceylanın bize yeteceğini biliyordu, aç gözlülüğünden üçüncüyü de istiyordu.
Bir dizime dirseğimi dayadım, diğer dizim yerde, ceylanları izliyordum. Eniştem de hemen yanımda siper almış bekliyordu. “Enişte üç deyince birlikte bırakacağız oku. Aman kaçırmayalım, gözünü seveyim.” dedim gözlerimi ceylanlardan ayırmayarak. Sağ elime yerleştirdiğim oku geri çektim, yay gerildi. Tek gözüm kapalı, okumun tam ucu ceylanın boynundaydı. “Bir, iki…” Eniştem de yayını gerdi, tiz bir ses çıkardı yay. “Üç!” Oklarımız yaylarından hızlıca çıkıp ceylanlara saplandı. İndirdim yayı, üçüncü ceylanın kaçışını izledim. “Ah be yavrum.” dedi eniştem, kaçan ceylana bakıyordu. “Haydi, hemen şunları temizleyip yola koyulalım.” dedim, ayağa kalkıp dereye doğru yürüdüm. Yüklüğüm elimde, peşimde eniştem, yerde yatan ceylanların yanına geldik. Boyunlarında, okun girdiği yerden süzülen, tüylerini yararak dereye inen kan, suyu kızıllaştırıyordu. Vurduğum ceylan yan yatıyordu. Kuşağımdaki çakıyı çıkarıp karnını boydan boya kestim. Bağırsaklarını çıkarıp ormana attım. Oku da boynundan çıkarıp derede yıkadım. Eniştem de vurduğu ceylanın karnını yarıp bağırsaklarını ormana attı.
Elimin altındaki ceylanın ayakları oyma işi için çok uygundu, öyle düşünüyordum. Sevindirdi bu beni. Ayaklandım. Yüklüğümden halatı çıkarttım. Halat dışında diğer malzemeleri ceylanın içine, bağırsaklarını çıkarttığımız boşluğa yerleştirdik. Eniştem halatı ceylanın bedenine, yük olacak biçimde doladı. Kendini ceylanına da aynısını yaptı. “Güneş batmayanda varsak eve.” dedim. Akşam vaktine az vardı. Yola koyulduk.
Akşam ezanı okunuyordu, eve varmıştık. Babam karşıladı bizi avluda. “Geç geldiniz oğul.” Dedi bize doğru gelirken. Yükümü indirdim, “Sağ salim geldik ya, şükür.” dedim. Nefes nefese kalmıştım. “Ben hemen şu ayakları ayırayım size vereyim, eti de güzeldir şimdi bunun.” dedi eniştem indirdiği yüke bakarken. İpleri doladığı gibi çözerken, evin bitişiğindeki atölye odasına girdik. “Niçin geç geldiğiniz oğul? Böyle yapmazdın, merakta koydun bizi.” Sandalyesine oturdu babam. “Bir tane ceylanın peşine yürüdük, kayboldu gitti. Geç gördük bunları da.” dedim. Babam o arada kucağına, kullanmaktan eskimiş ceylan ayak kemiklerini aldı. Kemiklerin rengi siyaha dönmüş, tırnakları ise oymaktan tükenmişti. “Bunların ömrü bitti.” dedi, koydu onları masanın üstüne.
“Hasan, alın bu ayakları.” diye seslendi eniştem. Bir ceylanın ayaklarını kesmişti, kestiği yerleri bezle sarmıştı, tertemizdi ayaklar. Ayakları babama götürdüm. Bir tane uzattım babama. Önünde pürüzsüz duran tahtaya bulunduğumuz seneyi oydu: ١٤٩١ .