MİSAFİR (Usta - Çırak Öyküleri 4)
Mehmet Faruk Kurt
Geldikleri ormanı geçtiler. Şehre girmeden önce usta çırağa döndü. “Geldik senin vazifene.” dedi, “Burada ayrılıyoruz. Evden iki kişi çıktık, iki kişi olarak geri döneceğiz. Bu ormanı sınırını takip ederek yürü. Diğer ustalardan biri seni alacak. Parolayı sorduğunda fesleğen de. Eğer kimse almazsa bir aksilik olmuştur. Ormanın bitiminde bekle. Seni almaya kimse gelmezse üç gün dayanman gerekecek. Üç gün içinde ustayı buradan göndermiş olurum. Sonra eve dönmüş olmazsan gelip seni ben alacağım.” Hançerini kınıyla beraber çıkarıp çırağa uzattı. “Bu lazım olabilir.” dedi, “Ayrıca kaftanını çıkar. Ustayı onunla kamufle edeceğim.”
Sonra iki usta şehre doğru yol almaya başladılar. Gecenin bir yarısı iki kişinin çıktığı eve, sabah gün doğmak üzereyken iki kişi girmekteydi.
*
“Sen de ustasın, ben de ustayım.” dedi ev sahibi olan usta, misafir olan ustaya, “Birimize başka bir isim verelim.”
“Olur.” dedi misafir usta, “Sen bana enişte dersin, ben sana yine usta derim.”
“Karnın açtır senin şimdi enişte,” dedi usta, “sana yemek ısıtayım. Akşamdan kuzu ayak paça vardı, sever misin?”
“Oo sevmek ne kelime, bayılırım. Zaten kurt gibi de açım. Hem çok yürüdük, ayaklarıma kara sular indi. Sen yemeği ısıtırken azıcık uzanayım.”
“Tamam, içeride divan var uzan oraya. Ben hemen ısıtıp geliyorum yemeği.”
Usta yemeği ısıttı, misafirine ikram etti. Yemek faslı bitinceye kadar sessizlik hüküm sürdü. Usta sofrayı kaldırdıktan sonra sohbete başladılar.
“Senin hikâyen nedir enişte. Neden düştün zindana, anlat hele. Ustalar arasında sır yoktur, biliyorsun.”
“Biliyorum, biliyorum. Ben çilingir ustasıyım. Vazifem açılmaz kapıları açmak, geçilmez geçitlerden geçmesi gerekenleri geçirmek. Bir gün benim ustalığımı haber alan bir vezir kapımı çaldı. Sarayın hazine odasına girmesini sağlamamı istedi. Biliyorsun, bizim bir kendi menfaatimize, bir de yöneticilerin menfaatine iş yapmamız yasak. Düşündüm, taşındım, kabul ettim.”
“Kabul mü ettin? Hazine odasına girdin diye mi attılar seni zindana?”
“Dur hele, anlatıyorum. Kabul ettim, bir hafta müsaade istedim. Başıma bir nöbetçi dikip gitti. Bir haftanın sonunda da geldi. Hazırladığım anahtarı uzattığımda almadı, benimle geleceksin dedi. Birlikte saraya vardık. Gece vakti vezirle ben arkada, kuvvetli mi kuvvetli, çevik mi çevik, hızlı mı hızlı, yaman mı yaman yedi casus önümüzde hazine odasının yolunu tuttuk. Nöbetçiler daha ne olduğunu anlamadan casuslar tarafından yere seriliyordu. Hazine odasının kapısına varmak hiç zor olmadı. Vezirin işaretiyle kapıyı açtım. Elimle onları içeri buyur ettim. Benim vazifem buraya kadar dedim, biz ustalar açtığımız kapılardan giremeyiz. Hemen de inandı. Yine de gözü açıklık etti, anahtarı alıp girdi içeri. Casuslar altınları, gümüşleri, elmasları, yakutları, zümrütleri çuvallarına doldurmaya başladılar. Vezir bir süre kapıdan onları izledi. Ancak içerideki parıltı o kadar aklını aldı ki, bir zaman sonra kapıyı unutup, biraz da anahtara güvendiğinden olacak içeri doğru birkaç adım attı. Ben de uzandığım gibi kapıyı çektim, kapattım.”
“Neden ki? Kapıyı açıp peşinden koşsalar kaçamazdın zaten. Ondan mı yakalandın yoksa?”
“Heheh sen baya toy bir şeye benziyorsun. Anahtarı kapıyı sadece dışarıdan açacak şekilde yapmıştım. İçeriden açmaya çalıştılar ama açamadılar.”
“Aaa evet. Çok zekice. Tebrik ederim. Peki nasıl kaçtın?”
“Kaçtım mı? Tabi ki kaçamadım. Boşuna mı düştüm zindana. Dışarı çıkayım derken nöbetçilerden biri gördü, yakaladılar beni. Ben bir şey anlatmadım ama hazine odasını bekleyen nöbetçilerin değişim zamanı geldiğinde nöbetçileri bulmuşlar. Padişahı çağırıp hazine odasına girmişler. E tabi vezirle yedi casusu yakalamışlar. Onlar da anahtarı benim yaptığımı söylemişler. Hepimizi attılar zindana.”
“Demek öyle. E madem çilingirsin, her kapıyı açıyorsun. Zindanın kilidini de açsaydın ya?”
“E kendi menfaatimize iş yapmamız yasak.”
“O da doğru. Gece olunca benim kafam durdu sanırım.”
“Olur öyle. Yatalım mı, uyanınca yapacak işlerimiz var.”
“Haklısın, daha ceylan derisi bulacağız. En zoru o. Zahmetli iş.”
Uyudular, uyandılar. Usta misafirini evde bırakıp dışarı çıktı. Gözünü kapatıp, yönünü kaybedinceye kadar etrafında birkaç tur attı. Durduğunda sırtı kapıya dönük şekilde duruyordu. Dümdüz yürümeye başladı. Bir davul sesi duyuncaya kadar yürüyecekti.
Davul sesi duyduğunda saatlerce yürümüş, çırağı bıraktığından başka bir orman olduğunu bildiği bir ormanın içine girmişti. Sesin geldiği tarafa doğru yürümeye başladı. Bir düzine yarı çıplak insan, bir ateşin etrafında dans ediyorlardı. Ateşin üstünde ceylan olduğunu düşündüğü bir hayvan pişiyordu. Derisi yüzülmüştü. Gözüyle etrafta deri aradı. Bir ağaca asılmış olan deri hemen gözüne çarptı. Onu oradan alması gerekiyordu fakat çalması mümkün değildi. Karşılığında ne verebileceğini düşünmeye başladı.
Önce ceplerini yokladı. Ne bir hurma çekirdeği, ne de siyah bir taş almıştı yanına. Bulunduğu yerin çevresini işine yarayacak bir şeyler bulma ümidiyle sessizce dolaşmaya başladı. Ceylan derisinin olduğu yerin etrafında çember çizmeye başladı. Her turda çemberi biraz daha genişletiyordu. Davulun sesini duyabildiği son noktaya kadar böyle gidecek, işine yarar bir şey bulamadığı takdirde deriyi çalmanın bir yolunu düşünecekti. Şu anda işine en çok yarayacağını düşündüğü şey siyah bir taştı ancak gözleri siyah taşı topraktan ayırt etmekte oldukça zorlandığı için bulamadı. Başka zaman zaten bu işi çırağına yaptırıyordu.
Birkaç tur attıktan sonra gözüne ileride yerde duran farklı bir şey çarptı. Yavaş yavaş yaklaştığında onun bir kaftan olduğunu fark etti. Eline aldı. Kaftan yırtılmış, parçalanmış, kana bulanmıştı. Eliyle kaftanın önce dışını, sonra içini yokladı. İçini yoklarken kaftanın içine bir kese dikilmiş olduğunu fark etti. Keseyi kaftana bağlayan ipi dişiyle kopararak keseyi eline aldı, içini açtı. Bu, çırağıyla sarrafa bozdurmaya gönderdiği altındı.
Altını alıp ceylan derisinin olduğu yere yürümeye başladı. Yaklaştığında kalabalığın ceylanı yemeye başlamış olduklarını gördü. İyice yanlarına yaklaştığında onu fark ettiler. Hemen birkaçı ayaklandı, birisi mızrağını, birisi yayını, birisi de hançerini eline aldı. Anlaşılmaz şeyler söylüyorlardı. Usta kollarını iki yana kaldırdı. Silahsızım, düşman değilim gibi şeyler söylüyordu ancak karşı taraf bunu anlıyor gibi değildi. Cebinden altını çıkardı. Altını görünce içlerinden bir kadın ayağa kalktı. Yavaşça ustaya yaklaştı. Bozuk bir lisanla “Ne istiyorsun?” diye sordu. Usta kendi dilinden anlayan birini bulduğu için gülümsedi. “Deriyi istiyorum.” dedi. Kadın “Karşılığında bu altını mı vereceksin?” diye sordu. “Evet.” dedi usta. Kadın yaklaştı, ustanın elinden altını aldı. Biraz inceledi, dişiyle ısırdı. Sonra arkasını dönüp bir şeyler söyledi. Hançeri elinde tutan adam gidip ağaçtan ceylan derisini indirdi. Ürkerek ustaya yaklaştı, deriyi uzattı. Usta deriyi aldı. Sonra hançeri istedi. Kadın adamdan hançeri ustaya vermesini istedi. Usta hançerle deriden kendisine yetecek kadarını kestikten sonra hançerle deriyi olduğu yere bıraktı. Geri geri birkaç adım attıktan sonra arkasını dönerek hızla uzaklaştı.
Usta eve vardığında akşam olmak üzereydi. Eve girdiğinde misafir usta uyuyordu. Onu uyandırdı. “Deriyi aldım enişte.” dedi. “Hoş geldin usta,” dedi misafir usta, “bugün geç oldu. Deriyi işleyelim, mektubu yarın yazar göndeririz.”
Üst kata çıktılar. Ustanın odasına girdiler. Deriyi tabakladılar. Uyudular.
Ertesi sabah usta, üzerine hapisten kaçırılan ustanın nerede olduğunu bildiren bir mektup yazılmış olan ceylan derisini yanına alarak evden çıktı. Her ustanın, evine birkaç saatlik mesafede diğer ustalara ya da Başustalığa göndereceği mektupları koyduğu gizli bir kutu vardı. Ceylan derisini yazılan mektuplar Başustalığa, kâğıda yazılmış mektuplar hangi ustaya ulaştırılacaksa ona giderdi. Kendi kutusunun bulunduğu yere geldi. Kutu bir ağacın gövdesinin içindeydi. Onu oradan çıkardı. Ceylan derisini kutuya koydu. Eve döndü.
Geceleyin kapı, farklı aralıklarla yedi kez tıklandı. Usta kapıyı açtı. Siyah kaftanlı bir adam içeri girdi. Elindeki bir başka siyah kaftanı misafir ustaya uzattı. Misafir usta kaftanı giydi. “Hoşçakal usta.” dedi. Usta da ona gülümseyerek “Güle güle enişte.” dedi. Siyah kaftanlı iki adam birlikte evden çıktılar. Usta kapıyı arkalarından kapatıp kendi çırağının gelmesini beklemeye başladı.
(Beşinci usta-çırak öyküsü: https://docs.google.com/document/d/17ULt0K1gOGQzMvhq1lRYGoeMT7279zmMM3jzLO2zW1s/edit )