Bugün diğer günlerden bir farkı olmayarak fakültedeki odamda oturmaktayım. Bir farkı yok çünkü senenin büyük bir kısmını burada geçiriyorum ben. O kadar ki buradaki eşyalar, evdekilerden daha arkadaş bana. Nitekim yaşadığım her şeye de burada tanık oluyorum ben. Sabah sekizden akşam beşe kadar buradayım ve hayatın bütün atraksiyonuyla bu odada rastlaşıyorum. Elimdeki eski püskü cep telefonuyla, dünyada olan biten her şeye hakim olmak mümkün. Fakat akşam beşte buradan çıktığımda beynimin içinde oluşan o metalik ağrı burada geçirdiğim saatlerin aslında çok da eğlenceli olmadığını anlatıyor bana. İstediğim hayatın bu olup olmadığına dair sorgulamalar içine giriyorum sürekli. Ancak aklımdaki iki düşünce birbiriyle çatışmaya girdiğinde hiçbiri diğerine galip gelmiyor. Fakültedeki odamdan dışarı attığım ilk adımdan itibaren her gün istisnasız aynı düşün döngüsü içerisine giriyorum. Güzel olan şu ki bir şeylerin hayalini kuruyor olmak, sıkıcı hayatımı başka bir hayat alternatifiyle karşılaştırıyor olmak dahi bana mutluluk veriyor. Seçim yapmam bu kadar mümkünken neden bu yaşantıdan sıyrılamadığımı bilmiyorum.
“Alo, efendim hayatım.”
“Ben işten şimdi çıktım. Eve gelmeden yarının yemeği için alışveriş de yapayım dedim. Canının çektiği bir yemek varsa söyle de ona göre alışveriş yapayım.”
“Şimdilik yok. Kafana göre takıl.”
“Peki madem, aklına bir şey gelecek olursa ara. Bu arada akşam yemeğini de dışardan söyleyelim diyorum. Bugün gerçekten çok yorgunum.”
“Olur hayatım, senin canın ne istiyorsa aynısından bana da söyle, evde görüşürüz.”
İşte bakın, bu döngü de hiç son bulmuyor. Her akşam aynı şekilde diğer günün yemeğini sorguluyor eşim. Aslına bakarsanız bu soru da canımı sıkmaya başladı. İşinin hayli zor olduğunun da farkındayım. Hem çalışıp hem de bir evin düzenini sağlamak eminim oldukça zordur. Bazen onu anlamak için hiç çabalamadığımı düşünüyorum. Tam yedi yıldır evliyiz onunla. Az değil, birbirini tanıyabilmek için, dahası anlayabilmek için epey uzun bir zaman demek bu. Ama onun derinlerine inmek yerine, ona iyi bir eş olmak yerine her zaman kendi meşgalelerimle uğraştığım için onu hayat mücadelesinde yalnız bıraktığımı düşünüyorum çok kez. Zira eve geldikten sonra da kalan bütün vaktimi ona ayırdığımı söyleyemem. Yemek yerken günün özetine dair birkaç cümle konuşuyoruz. Yemeğimi yedikten sonra, mutfağa yediğim yemekten geriye kalan kirli tabak ve kaşıkları götürüp bilgisayarın başına geçiyorum. Çoğunlukla erken yatıyor yorgun olduğu için. Bazen benimle uyumak için içeriye sesleniyormuş ama duymuyormuşum. Geçen sefer bunun için sitem etti bana. Onu her zaman haklı bulmakla birlikte hiçbir zaman aslında yanında olmadığımı fazlasıyla hissediyorum. Haftasonları benimle vakit geçirmek yerine arkadaşlarıyla Starbucks’ ta buluşup kahve falan içiyor. Her seferinde nereye gittiğini soruyorum ama yanıt çok da değişmiyor. Onun ardından ben de çıkıyorum. Saatin kaç olduğu çok da mühim değil. O hafta okuldaki işlerimi aksatmadan tam bir düzene sokabildiysem hiç duraksamadan olta takımlarımı hazırlayıp direksiyonu Eğirdir’e kırıyorum. Saat kaç olursa olsun önemli değil. Kafam iyiyse eğer sabaha kadar oralarda takılıyorum. Tuttuğum ilk balığı ateş yakıp kızartıyorum. Yanına bir duble rakı, değmeyin keyfime. Zaten hayatımı eğlenceli kılacak başka pek bir şey de yok.
Sabah geri eve dönüyorum. Bizimki çoktan uyanmış oluyor. Her gün olduğu gibi ikimizin kahvaltı tabağını da hazırlamış. Kendisi yemeğini yiyip çoktan çıkmış bile. Yoga matı ortada duruyor. Normalde böyle yapmaz. Her yeri nizamına uygun bir şekilde düzene sokmadan dışarı adımını atmaz. Telefonun ahizesi aşağı sarkmış vaziyette. Nereye gitmiş olabilir? Telefona uzanıp aramam gerekiyor. Bir, iki, üç… Açmıyor. Bir şey olmuş olmalı. İş arkadaşını arıyorum. O da açmıyor. Ne olmuş olabilir ki, anlayamıyorum.
…
…
Arabanın anahtarını alıp hızla aşağı iniyorum. Kalbimin ilk kez bu kadar hızlı çarptığını hissediyorum. Kötü bir şey olmuş olmalı. Hah, işte arkadaşı arıyor.
“Alo…”
“Canan Hanım merhaba. Eşime saatlerdir ulaşamıyorum. Acaba onu gördünüz mü hastaneye geldi mi?”
“İsmail Bey…”
“Alo, sesim geliyor mu?”
“İsmail Bey, eşiniz…”
“Gördünüz mü, söyleyin artık!”
“Eşiniz hastanede. Polislerin anlattığına göre araba sürerken hız sınırını aşmış. Öyle hızlı gidiyormuş ki en son arabayla bir duvara çarpmış.”
“Ne!”
“Mobese kameralarına bakmışlar ama elleri direksiyonda bile değilmiş. İntihar etmiş olabileceğinden şüpheleniyorlar.”
…
…
…
Gaza sonuna kadar yüklendim. Bir an evvel hastaneye yetişmeliyim.
…
“Durumu nasıl? Firdevs… Firdevs Bayar, nerede şu an, durumu nasıl söylesenizeeee!”
Daha önce hiç bu kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Yoğun bakımda. Camın arkasından onu izlemek, ona dokunamamak öyle zor ki. Biliyorum, biliyorum benim yüzümden oldu. Ona daha iyi bir hayat verebilirdim. Onunla ilgilenebilir, yanında olabilirdim. Fakat hiçbir zaman onu, kendi isteklerimin önüne koymadım. Berbat bir insanım ben. Kendimden nefret ediyorum.
***
Kaç saattir bu camın önünde dikildiğimi bilmiyorum. Dışarı çıkıp bir nefes almak istiyorum. Gökyüzünü, yıldızları izlemek zihnimin yükünü biraz olsun hafifletti. Ama öyle sanıyorum ki yüreğimin yükü hiçbir zaman hafiflemeyecek.