Günlerdir dükkân arıyordu. Öyle çok kriteri de yoktu. Üç masa atsa, bir de tezgâha yer ayırsa yeterdi ona. Önemli olan mekân değil hasılat yapmasıydı. Aslında aradığı özelliklerde birçok yer bulmuştu. Ama bir takıntısı vardı ki, onun yüzünden hiçbir yer tam içine sinmiyordu. Bu, dükkân aradığı yedinci gündü. Bugün bulacağına dair bir his vardı içinde. Çünkü 7 uğurlu sayısıydı. Takıntısı demek daha doğru olur. Dükkân beğenemeyişi de bundandı zaten. Kapı numarası 7 olmalıydı. Hâlbuki çok işlek caddelerde ferah yerler vardı, parada da anlaşmıştı, yine de bir türlü benimseyemediği için vazgeçti. Ama bugün o gündü.
Sabah yıldızlar kaybolur kaybolmaz yola çıktı. Şehrin en eski caddelerine girdi. Bir yandan sağına soluna bakarken bir yandan hayaller kuruyordu. Dükkân yerleşik yaşamın bir parçasıydı ama aklı halen kariyerindeydi. Yurt dışında kariyerine yeni bir soluk katmak istiyordu. Çocukluğundan beri böyleydi. Hiçbir zaman tek dalda durmazdı. Maymun iştahlı oluşu yüzünden çoğu şey elinden kayıp gitti. Buraya gelmesi bile bir mucizeydi. Nasıl olduysa oldu işte.
Caddenin sonuna doğru bir dükkân gördü. Kirli camına başını yaslayıp içeri baktı. Karşıda bir tezgâh vardı, üstünde de eski bir çay kazanı. Duvarlar rutubetten görünmüyordu. Kapısı ahşap, üstü camdı. Camın sol üst köşesinde de kırıklar vardı. Başını kaldırdı, en tepeye baktı; kapı numarası 7. Derin bir oh çekti. Aradığını bulmuştu ama çok para dökülecekti buraya. Kapının önüne çömelip caddenin hareketlenmesini bekledi. Yan dükkânın sahibi gelir gelmez eteğine yapıştı. Dükkân sahibinin numarasını aldı, aradı. Kirada hemen anlaştılar. Gidip adamdan anahtarı aldı ve hemen dükkânın tadilatına başlandı. Tezgâh, masalar, kazan derken 2 haftada her şeyiyle tamam olmuştu dükkân. Bir de usta buldu, Saim Usta. Ustanın işi iyi bilmesi ve çevresinin olması gerekiyordu. Hem müşteri akışı açısından hem de dükkâna gelecek kelle ve paçaları temin etme açısından. Usta teminat verince anahtarı verip çıktı oradan. Artık okula gitmesi gerekiyordu. Arabasına bindi ve tam gaz yola vurdu kendini. Yarım saatte vardı okula. Odaları birer birer geçerek ağır adımlarla odasına yaklaştı. 1, 2, 3…7. İşte geldi. Bu odayı çok istemişti. Yönetim 17 numaralı odanın boş olduğunu orayı verebileceklerini söylemişti. Ama o istememişti, sırf bu yüzden gelir gelmez yönetimle papaz olmuştu. Allah’tan 7 numaranın sahibi anlayışlıydı. Harun. Bu okulda dostum diyebileceği tek kişi.
Odaya girdi. Masasına oturdu. Sağ taraftaki telefonun kablolarını çıkardı, güzelce sarıp bağladı. Tüm kabloların çıktığından emin olmak için ahizeyi kaldırıp kulağına götürdü. Kötü bir plastik kokusu geliyordu ahizeden. Geri yerine koydu. Pencerenin yanındaki dolabın kapağını açtı, en alt raftaki karton kutuyu alıp telefonu içine koydu. Kutuyu arabanın arka koltuğuna yerleştirip tekrar dükkânın yolunu tuttu.
Telefon ailesinden kalmıştı. Ailesini 2 yıl önce ocaktaki ateşin perdeye sıçramasıyla çıkan bir yangında kaybetmişti. O evden kalan tek şey bu telefondu. O yüzden yanından ayırmıyordu. Kendini en çok nereye ait hissederse telefonu götürüp oraya bağlıyordu. İlk evlendiğinde evdeydi, kadro alınca üniversitedeki odasına götürdü, şimdi ise yeni yeri olan dükkâna götürüp bağladı. Kablolar takılır takılmaz telefon çaldı. Ahizeden Harun’un sesi geliyordu. Söylediğine göre yönetim okulu ihmal etmesinden epey rahatsızmış. Hakkında iyi şeyler söylenmiyormuş. Ağzında bir şikâyet falan da geveleyip kapattı telefonu.
İsmail son zamanlarda iş yerinde sıkıntılar yaşıyordu. İşini severek yapıyordu. Hem akademisyenlik çok havalıydı ama bu küçük şehirde yerinde sayıyormuş hissi onu rahatsız ediyordu. Geliri iyiydi, karısı da çalışıyordu. Gül gibi geçinip gidiyorlardı ama bu İsmail’e yetmiyordu. Dükkânı açmasının sebebi biraz da buydu zaten. Madem şehirden çıkamıyor, burada daha çok kazanacağı öteden beri hayalini kurduğu bir şeyler yapmalıydı. Yaptı da. Dükkânı açtı. Ama açılış sürecinde dersleri çok ihmal etti. Yerine asistanını görevlendirdi. Derslere o girdi, İsmail de parasını aldı. Bu durum da haliyle yönetimi rahatsız etti.
***
Okul çıkışı dükkâna geldi. Ustaya yardım edip dükkânının başında duracaktı. Usta tek olduğundan telefondaki siparişleri İsmail alıyordu. Ama ne zaman ahizeyi kaldırıp kulağına götürse ahizeden berbat bir koku geliyordu. Pişmemiş yahut pişmiş ancak işlenmediği için kuruyup bozulmaya dönmüş kelle kokusu. Saim Usta’yı bu konuda daha evvelden uyarmıştı. Ama kırk yıllık usta eldiven takmaya alışamıyordu işte.
***
Yıldızlar kaybolurken dükkânı kapattılar. İlk gün beklediğinden iyi geçmişti. “Gel al” servislerinden epey hasılat elde ettiler. İçi rahat bir şekilde eve gitti. Kapıyı karısı açtı, haline bakılırsa o da yorgundu. Yemeklerini yiyip koltuğa geçtiler. Sessizliği Sevda bozdu.
“Hastaneye bir faks geldi bugün. Singapur’da bir eğitim varmış, aynı zamanda iş imkânı da sunuyorlar.”
“…”
“Biraz hava değişikliği ikimize de iyi gelir diye düşünüyorum.”
“…”
“Melike’yle konuştuk, bana da cazip geldi. Katılmayı düşünüyorum.”
“Sana iyi geleceğini düşünüyorsan git tabii, döndüğünde ben yine seni bu koltukta bekliyor olacağım.”
Bu konuşma İsmail’i çok üzdü. Sevda’yı çok eskiden tanıyordu. Gönül bağları evlilikle tamam olmuştu. Şimdiye kadar büyük bir sorun da yaşamamışlardı. Ama bu aralar bir soğukluk vardı. İsmail farkında olmadan Sevda’yı ihmal ediyordu. Dükkân, okul derken evin yolunu bulamıyordu. Hafta sonları da balık merasimiyle geçiyordu.
Balık tutmaya çoğunlukla Harun’la giderdi. Cuma akşamı yıldızlar henüz çıkmaya başlarken Eğirdir Gölü kenarına çadırlarını kurar, sabah yıldızlar kaybolurken kayıkla göle açılırlardı. Akşam yine habercileri yıldızların bir bir gökyüzünde belirmeleri olur, kıyıya yanaşır, çadırlarını toplarlardı. İsmail’in avdaki yol haritası, çalar saati hep yıldızlar olurdu. Hatta bazen günlük yaşantısında bile.
***
Cumartesi akşamı eve geldi. Balıklar elinde kapıyı çaldı. Ama kapıyı açan olmadı. Elini cebinin derinliklerine uzatarak anahtarı buldu ve kapının yuvasına soktu. Kapı hemen açıldı. İçeriye girip balıkları mutfak tezgâhının üstüne koydu. Üstünü çıkarıp duşa girdi. Sevda’nın yokluğu sıcak suyun altında bile üşütüyordu onu. Çıktı, temiz kıyafetlerini giyip oturma odasına gitti. Televizyonu açıp karşısına geçti. O sırada aklına faks geldi, Sevda’nın ne zaman gideceğini bilmesi gerekiyordu. Yatak odasını, oturma odasını, çekmeceleri, her yeri aradı. Bakmadığı bir tek komodinler kalmıştı. Sevda’nın komodininin ilk çekmecesini açtı, çamaşırları sağa sola iteledi. Kâğıt oradaydı. Göreceğinden korkarak kâğıdı açtı. Program başlangıç tarihi, 23 Şubat. Sevda gideceğini söylemişti ama bu gidiş zaten çatırdayan evliliklerini paramparça edebilirdi. Hem onu çok seviyordu, böyle bitmesini istemiyordu. Laptopu alıp internetten uçak bileti bakmaya başladı.
Kalkış:
16 Şubat /Saat: 19:00
İniş:
17 Şubat /Saat: 07:00
Singapur bileti hazırdı. Şimdi sıra iş aramaya gelmişti. Kariyeri için de iyi bir dönüm noktası olacaktı bu fırsat. Hemen Singapur’daki üniversite kadrolarını araştırmaya başladı. Birkaç üniversitenin laboratuvarlarını beğenip uygun kadrolara başvuru yaptı. İki hafta sonra birisinden kabul aldı. Yavaş yavaş hazırlanmaya başladı, valizi, dükkândaki telefonu, kitapları… Her şey hazırdı.
***
16 Şubat.
İsmail dükkânı kapatıp eve geldi. Sırt çantasını ve oltasını alıp kapının yanına koydu. İçeri geçip Sevda’ya Harun’la balık tutmaya gideceğini ama bu kez kampın bir hafta süreceğini söyledi. Yarım ağız bir ‘kolay gelsin’le uğurladı Sevda İsmail’i. Valizini önceden Harun’a bıraktığından sırt çantası ve oltayla havaalanına gitti. Harun’la orada vedalaştı, valizini alıp, oltasını ve dükkânın anahtarını ona bıraktı. Uçak göğe yükselirken değişecek hayatının hayalleri onu esir aldı.
***
Havaalanına iniş yaptığında yıldızlar henüz kaybolmuştu. Hemen bir otel bulup valizini bıraktı. Dışarı çıkıp ev aramaya başladı. Çok sürmeden 7. caddede karısıyla yaşayabilecekleri bir ev tuttu. Eşyaları alıp evi döşedi. Valizini dolaba boşalttı. Telefonu evin en merkezi yerine yerleştirdi. Bir haftasını bu işlerle uğraşarak geçirdi.
***
Sevda’nın gelmesine bir gün kalmıştı. Yaptığı sürprizi çok beğenecekti. Yeniden önceki gibi mutlu bir evlilikleri olacaktı. Bir telefon açıp sesini duymak istedi.
“Sevda?”
“Efendim İsmail”
“Ben Harun’dayım. Yarın döneceğiz. Haber vermek istedim.”
“Tamam”
Telefon kapandı. Tatsız bir konuşma olmuştu. Ama İsmail heyecanını yitirmedi. Erkenden uyudu, sabah yıldızlar kaybolmadan kalkıp havaalanına gitti. Bekledi, bekledi, bekledi... Onca yolcu gelip geçti. Ama hiçbiri karısı değildi. Bitkin bir şekilde havaalanından çıktı. Eve geldiğinde yıldızlar yeni yeni belirmeye başlamıştı. Verandaya çıkıp bir sigara yaktı. İsmail’in kararmış yüreğine inat yıldızlar ayın on dördü gibi parlaktı. Bu kez gerçekten yıldızların kılavuzluğuna ihtiyaç duyuyordu. O sırada telefon çaldı. Telefonun kablosunu verandaya kadar uzatıp ahizeyi kulağına götürdü. Arayan Harun’du.
“Abi, Sevda yenge geldi az önce. Ben senin yanındadır diye düşündüm. ‘Senin Singapur’da olman gerekmiyor mu yenge?’ dedim. Ayaküstü anlattı. Meğer eğitime katılmaktan vazgeçmiş. Evliliğini eğitim uğruna harcamak istememiş. Bir de sana anlatacakları varmış. Ama sen kampa gidiyorum diye bir hafta ortadan kaybolunca vazgeçmiş. Anlatırken ağlıyordu. Çok perişan görünüyordu be abi. Üzüldüm vallahi haline. Giderken de elime kahverengi bir zarf bıraktı. Üstünde senin adın yazıyor. Bir de şey…”
“Söylesene oğlum”
“Aile mahkemesi falan yazıyor.”
“Aç çabuk zarfı, içindekileri oku”
Harun zarfı açtı.
“Abi, yenge sana boşanma davası açmış.”
Asırlık ahizeden bu kez yanık kokuları gelmeye başlamıştı.
“İçinde bir kâğıt daha var, dur bakayım.”
“…”
“Abi yenge iki aylık hamileymiş.”
Dünyası başına yıkıldı. Elleri iki yana düştü. İçindeki yangın İsmail’i yakıp kavurdu. Bu sırada yanık kokusu artmaya devam ediyordu. İsmail paçasındaki alevi çok sonradan fark etti. Meğer telefonu düşürdüğünde sigara da düşmüştü elinden. Ahizedeki yanık kokusu böyle vücut bulmuştu. Paçasından yakalayan ateş yüreğiyle birlikte onu da yakıp kül etti. Ateşin kuvveti yıldızların ışığını söndürdü. Her taraf önce kıpkırmızı sonra simsiyah oldu.