Salçalı Ekmek

Hacer Çiftçi

Ahizeyi kaldırdı,” Hayır burada öyle biri yok.” deyip kapattı. Ahize evet, hala sabit telefon kullanılan nadir evlerden biriydi burası. İsmail çok normal biri değildi herkesçe malumdu bu, ama gelenekçi de değildi. Evdeki telefonu saymazsak. Geçmişe öyle duygusal bir bağla bağlı olduğu da görülmüş değildi. Onun için bugün vardı ve bugünden daha iyi olmasını dilediği yarın… Geçmiş, onun için köhne, üzerinde yürüdükçe kulak tırmalayan gıcırtılarla dolu, küflü tavan araları gibi bir şeydi. Telefonu garipseyenlere hep aynı cevabı veriyordu eşi: “Kardeşiyle sadece bu telefonda konuşuyorlar…”

İsmail 4 yaşındaydı o dünyaya geldiğinde. Başlarda anlamamıştı; kendisine bir oyuncak alınmış gibi sevinmiş, eve yeni bir eşya gelmiş kadar olağan karşılamıştı bu doğumu. Zaman geçtikçe durum değişmiş, başının üzerinde ilgi ve sevgiden oluşmuş parlak bir hare ile dolaştığı günler geride kalmaya başlamıştı. İsmail bu evin ilk çocuğu olduğu gibi koca sülalenin de ilk torunuydu. Halaları, amcaları, dedesi ve babaannesi pamuklara sarar, sesi titreyecek diye tetikte beklerlerdi. Şimdi ne olmuştu da herkes saçlarını şöyle bir okşadıktan sonra bu çocuğun başına toplanır olmuştu? Ne olmuştu da İsmail dikkat çekmeye çalıştıkça itelenmeye, mızmızlıkla suçlanmaya başlamıştı.

Karısı yanından geçerken “Dik otur” diye uyarmıştı yine İsmail’i. O da her zamanki gibi “Eve iş getirme!” diye çıkışmıştı. Dalgındı birkaç gündür. Bir çıkmazda olduğu belliydi, öyle ki en son 7 yaşında dedesiyle bayram namazı için camiye gittiğini hatırlayıp içindeki sıkıntıyı atmak için camiye bile gitmişti. İçeri girdiğinde nasıl hareket edeceğini bilememiş, yan gözle sürekli yanına oturduğu yaşlı amcayı taklit etmişti. Aslında namaz kılmayı bilmiyor değildi ama unutmuş olmaktan korkuyordu. Çıkışta bahçede tespih satan sakallı adamdan yeşil, şeffaf boncuklu bir tespih almış, adam ona: “ Hırs insanın gözünü kör eder evladım.” demişti. Ne demekti bu, adam içini mi okumuştu yoksa kendi kendini ele veren bir harekette mi bulunmuştu bilemedi. Bu, o tespihi çok uzun zaman cebinde bir tılsım gibi taşımasına sebep olacaktı…

7 yaşındaydı, ne demek olduğunu bilmiyordu ama kardeşinin engelli olduğunu biliyordu. Ailesi bunu ona uygun olmasına çalıştıkları bir dille anlatmış, kendisinin kendi işlerini yapabilecek kadar yetenekli ve akıllı olduğunu, kardeşinin ise onlara ihtiyacı olduğunu söyleyip ondan özür dilemeye giden bir açıklama yapmışlar ve bundan böyle yalnız olduğunu da böylece İsmail’e beyan etmişlerdi. Ondan sonra hep yalnızdı İsmail. Hep güçlü durmaya çalışmıştı. Kardeşini kıskanmıyormuş gibi yapıyor, onu seviyor, aslında sevmekten çok ona acıyor, farkında olmadan bu acımaya biraz da tiksinti katıyordu. Annesi ve babası ile arasında kalın bir duvar örmüş fakat onlar bunu hiçbir zaman anlamamıştı. Başlarda hırçınlıkla kendini gösteren bu itilmişlik, sonraları sessizliğe, yalnızlığa ve yokluğa dönüşmüştü. Onların hayatında artık yok mesabesindeydi. Ağzından çıkan her şey emir telakki ediliyor; anında yerine getiriliyor ve bu, onu susturmanın yegane yolu olarak görülüyordu. Ne istese alıyorlar, cebine her zaman fazla fazla harçlık koyuyor ve bu sayede ona yetiştiremedikleri sevgiyi ve ilgiyi bu yolla karşıladıklarını düşünüyorlardı. Böylece İsmail, yokluk içinde bir varlıkla büyümüştü. Kendisi de bu varlığın içindeki yokluktu. Yokluğunu bastırmak için de hep daha fazlasını istemişti. Okuldaki başarının fazlası, arkadaşlarının ilgisinin fazlasını, öğretmenlerinin dikkatinin fazlasını, takdir edilmenin fazlasını, sonraları kazandığı paranın fazlasını… Tüm hayatı hep bu fazlalar uğruna şekillenmişti. Herkesten temiz, herkesten düzenli, herkesten dikkat çekici olmayı evde değilse de dışarıda başarmıştı böylece. Tüm bunlara rağmen vasat bir evlilik yapmaktan ve vasat bir iş sahibi olmaktan kendini kurtaramamıştı. Isparta’ya tayin olduğunda tek başına yaşamasını içine sindirememişti ailesi. O yüzden annesinin gün arkadaşının kızıyla evlendirmişlerdi İsmail’i. İsmail ailesine karşı ketumluğunu burada da bozmamıştı. Belki çocukluğundan beri ihtiyaç duyduğu hayat arkadaşına kavuşmuş olacaktı böylece. Beklentilerinin tamamını olmasa da çoğunu karşılamıştı eşi de. Böylece birbirlerinden çok şey beklemeyecekleri, tuz ekmek ortaklığına dayalı, sessiz bir anlaşma imzalamışlardı karşılıklı olarak.

Su numunesi almak için Doğandere’ye gitmesi için görevlendirilmişti. Yanında Yıldız Hanım vardı. Ak tenli, ince boyunluydu; gözleri cebinde taşıdığı tespihin taneleri gibi berrak, yeşil ve derindi; gülüşü reçelli ekmek gibi, konuşması serin rüzgarlar gibiydi Yıldız Hanımın. Ona bakınca sevap işliyordu şüphesiz insan. Onu görünce diğer tüm kadınlar, tabi karısı da, nasıl asık suratlı, boz benizli, kara kuru, tıknaz geliyordu. Gülümseyince sanki badem ağaçları çiçek açıyor, surat asınca ağaçlar yaprak döküyordu… İlk defa hayatında bir duygunun böyle masum olacağı hissine kapılmıştı. İlk defa hırstan, kıskançlıktan, öfkeden uzak bir şeylerdi hissettikleri. Tanımıyordu bu hissi, o yüzden isim de veremiyordu. Ne yapacaktı bu duyguyla bilemiyordu. Öyle bilemiyordu ki, bunu paylaşacak bir arkadaşının olmaması onu neredeyse karısının dizleri dibine götürecekti. Ne bu diyecekti, dizlerinde ağlasam geçer mi, saçlarımı okşasan mesela, ellerimi avuçlarına alsan, kapına gelsem salçalı ekmek versen bana geçer mi içimdeki bu sızı…

7 yaşındaydı, dışarda top oynamış, acıkmış, annesinden salçalı ekmek istemişti. Mutfağa giderken kardeşinin ağladığını duyan annesi, yönünü ona çevirmiş, ekmek vermeyi unutmuş, ekmek vermeyi unuttuğunu da bu yaşına kadar bir türlü hatırlayamamıştı. İsmail sanki o günde kalmış, karnı hala aç, hala o salçalı ekmeği bekleyen terli, yorgun çocuktu.

Elbette karısına Yıldız Hanımı anlatmayacaktı ama dizlerine başını koyacak, saçlarını okşamasını isteyecekti ondan; kapıdan içeri girerken bunları düşündü ama nedendir kendisi de bilmiyor içeri girer girmez, “Bana salçalı ekmek yapar mısın?” dedi karısına. Kadın mutfağa giderken telefon çaldı. Sabit telefondu bu, kadın bir an duraksadı telefona dönmek için, sonra “Kardeşindir, sen aç, ben ekmeği hazırlayayım.” dedi…