Her Gün Aynı Güne

Sena Dilber

Gökyüzünde ne çok yıldız var Biri parlak, biri ürkek, biri yalnız diğeri sanki burada

‘’Cennete doğru yol alıyormuşuz izlenimini veriyor yollar. Dar, ağaçlıklı, yeşilin bin bir tonunun adeta raks ettiği kıyı şeridi. Sadece doğa mı? Kuşların o ruhumuzu okşayan cıvıltıları neşemize neşe katıyor. Yaşama sevincimize katkıda bulunan masmavi gökyüzü bizi takip ederken ılık bir rüzgârın nefesini ensemizde hissediyorduk. Allah'ım o nasıl bir manzara! Rengârenk çiçeklerin görüntüsü ruhumuzu, kokusu burnumuzu mest ediyordu adeta. Ormanın ortasında açık bir çayırlık alan ve kenarında tatlı bir ninniyle kıvrıla kıvrıla, nazlı nazlı akan bir dere. Hayır, akmıyordu, adeta bir çocuk neşesiyle döne döne kayboluyordu ormanlığın derinliklerinde.’’ Mert’e böyle anlatmıştın kafenin yerini. Çok heyecanlıydın o zamanlar. Birden nasıl böyle oldu, nerede yanlış yaptım bilmiyorum ama bulmam gerekiyordu. O gece her şeyi Mert’e baştan sona anlatmaya karar verdim, ne de olsa akıl akıldan üstündür, bana benim bulamadığım yanlışımı bulurdu belki. Dükkânı kapattıktan bir saat sonra geldi. Mert bu sefer kardeşim değil; dostum, sırdaşım olarak gelmişti. Anlattım ona her şeyi.

Yedi ay boyunca her gün bir umutla ahizeyi elime aldığımı, ama senin o umudumu bana cevap vermeyerek soldurduğunu söyledim ona. Gittiğini söylemedim, biliyorum gitmemiştin. Bir hırs uğruna yenildiğim benliğimi aramaya çıkmıştın. Ama ben bunu da geç anladım her şey gibi.

O kafeyi açmadan önce sana sözler vermiştim, aynı kalacağımıza, kalacağıma, kendimi yıpratmadan hayallerimi yapacağıma dair. Hiçbirini tutmadım. Tutamadım da diyemiyorum ama diyorum ya aklım ve benliğim adeta beni terk etmişti. Sen bulacaktın. ‘Hem akademi hem de kafe zor olur, iyiyiz böyle girmesen mi bu işe?’ demiştin, birinden birini seçeriz öyle iyi olur demiştik. Garanticilik beni mahvetti. Akademiyi bırakamadım, hayalleri de. Dağılmaya böyle başlamadık mı zaten? Bunları biliyorsun. Asıl mesele senden sonrası, sensiz geçen zamanlar. Zaman mı desem azap mı bilemedim.

Senin İstanbul’a tayinini istediğini öğrendikten sonra alkole teslim ettim kendimi. Her gün önce akademiye, öğleden sonra kafeye, akşam kafenin oradaki gölde Yusuf’la balığa gidiyordum. Balıktan sonra da kendimden bir haber, zor bela eve düşüyordum. Öyle eskisi gibi az da değil, sanki yılların tiryakisi gibi içiyordum.

Her gün aynı günü yaşadım. Yarınım dünümün aynısıydı. O sarhoşlukla balkonda uzanır yıldızları izlerdim. Meşhur yedi yıldızımızı aradım her gece. Altısını gökyüzünde, birisini telefonda… Ahizeyi elime alıyordum, arıyordum seni. Cevap vermiyordun. Ben de her defasında bizim şarkımızı bırakıyordum sana:

‘Gökyüzünde ne çok yıldız var Biri parlak, biri ürkek, biri yalnız diğeri sanki burada’

Cevap vermedin bana. Dinledin mi onu da bilmiyorum ya. Şarkının devamında;

‘İçimizde ne çok hırsız var Biri aldı beni götürdü sonra sattı hem de yok pahasına’ diyordu. O hırsızın, hırsım olduğunu Mert’le anladım ben. Hatalarımı anlattı bana. Anlamıştım ama bilirsin beni yediremem kendime. Sana olan hatalarımı anlattı bana. Üniversite zamanlarımdaki gibi içime kapandığımı, seni unutmuş olacak kadar zihnimin dolu olduğunu söyledi. Haklıydı. Seninle eskisi kadar vakit geçirmemiş, seni dinlememiştim. Sözlerimi de tutmamıştım zaten. Sen haklıydın.

Hırsımı bırakıp benliğimi bulmaya geldim seninle. İstersen burada da kalabiliriz. Hem başka bir yerde yaşamak, tekrar başlamak da bize iyi gelecektir. Ne de olsa ortak hayalimiz değil miydi?

Çok konuştum bu sefer değil mi? Telefonda da çok konuşmuştum. Sahi dinlemedin değil mi?

- Ah şu hırsızlar Her gece rüyamda senin kılığında dolaşırlar Ah karanlıklar Seni benden, seni dünden, seni gerçeklerden korurlar…