Kırık Kalp

Melike Sülev Aydın

Kurban bayramı arifesinde doğduğu için İsmail adını koymuştu dedesi ona. Hac başvurusu yaptıktan hemen sonra kısmî felç geçirdiği için kendisi gidememiş, vekâletini vererek kardeşinin oğlunu Hicaz'a göndermek zorunda kalmıştı o yıl. Çok sevip hasret duyduğu topraklara gidememenin acısını hissediyordu yüreğinde. İkindi ezanı yeni okunmuştu, yatağının kenarındaki tuğla ile abdest aldırmıştı hanımı. Tam namaza niyet edecekti ki telefon çaldı. Arayan kardeşinin oğluydu. Haccını tamamladığını haber verecek olmalıydı. Hanımı, telefonun kablosunu yatağa doğru çekiştirirken ahize birden elinden düştü. Eğilip almaya çalıştı. Heyecan ve mutluluğu bir arada yaşıyorlardı. Kardeşinin oğlu: "Gözün aydın dayı, hacı oldun artık" diye bağırmış, o anda hat kesilmişti. Çok şükür Allah’ım, dedi. Tam telefonu yerine koyacaktı ki tekrar çaldı. Bu defa oğluydu, gelininin doğum sancıları başlamıştı. Hastaneye gidiyorlardı. Bebek doğunca tekrar ararım, diyerek kapattı telefonu oğlu. Kudretine kurban olduğum Rabbim, bir günde iki sevinç, diye geçirdi içinden. Hacılar Arafat'tan dönüyorlardı artık.

Ertesi gün bebeği alıp gelmişlerdi. Nur topu gibi bir oğlan çocuğuydu. Bebeği kucağına alırken, hissiz olan sol kolunu hafifçe geriye itmeye çalıştı. Gözleri buğulanmıştı. Allah'ın bana teselli hediyesi bu göz aydınlığı evlat, diye düşünerek bir kez daha şükretti. Torununun yüzüne baktı. Hiç tereddüt etmeden, adı İsmail olsun dedi, İsmail…

İsmail yedi aylıkken dedesi vefat etti. Babaannesi ve amcası yalnız kalmışlardı. İsmail, yaşıtları olan erkek çocuklarına kıyasla çok sakin bir çocukluk geçirdi. Annesi çalışan diğer çocuklar gibi şımarık olmadı hiç. Annesiyle babası sabahları işe giderken İsmail'i babaannesine bırakıyor, akşam iş çıkışında yemeği birlikte yiyor ve sonrasında İsmail'i alıp eve dönüyorlardı. Her sabah sıcak yatağından kalkıp giyinmek, uykulu gözlerle evden çıkmak minik vücuduna ağır geliyordu. İsmail babaannesi ve amcasını çok seviyordu ama annesinin işe gitmesini hiç istemiyordu. Keşke annesiyle birlikte daha çok vakit geçirebilseydi. Üç yaşını biraz geçince annesi işe gitmemeye başladı. Bu duygu değişik bir şeydi. Nedense sevinememişti. Sürekli annesiyle vakit geçirmek istiyordu. Fakat annesi hemen yorulup uyumaya başlıyordu. Sanırım bir kardeşi olacaktı ve annesi onun için işi bırakmıştı. Kardeşinin kendisinden daha şanslı olduğunu o zaman hissetti. Bir de annesi eskisinden daha sinirli olmaya başlamıştı. Ne yapsa kızıyor, en ufak hatasında bağırıyordu. Galiba beni sevmiyor diye düşünüyordu. İçine kapandı. Sabahtan akşama kadar odasından çıkmıyor, çok sevdiği Bakugan karakteri oyuncağıyla vakit geçiriyordu. Aylar sonra bir gün annesiyle babası aceleyle evden çıktılar. Babaannesi onunla evde kalmıştı. Annesine bir şey olmasından çok korkuyordu. Sonunda bebekle birlikte eve döndüler; kardeşi olmuştu. O artık abiydi. Eve gelen bütün misafirler onu karşısına alıp: "Sen abisin artık" diyordu. Bu kelimeden nefret ediyordu. Abi olmak istemiyordu.

Bebek eve geldikten sonra bütün hayatları değişmişti. Annesi sürekli kardeşiyle ilgileniyordu. Karnını doyuruyor, kucağında uyutuyor, ona ninniler söylüyordu. Kapının aralığından hayranlıkla annesi ve kardeşini seyrederken yakalandığında ise, hadi odana git oyna, diyordu annesi. Odasına gitmek istemiyordu. Zaten Bakugan da ona küsmüştü uzun zamandır. Artık yapayalnızdı. Dedesi hayatta olsa onu parka götürür, dondurma alırdı. Kim bilir ne güzel oyunlar oynarlardı. Ama yoktu işte…

Eylül ayı gelip çattı. İsmail, kreşe başlayacaktı. Babası, orada arkadaşlarının olacağını ve bir sürü değişik oyuncakla oynayabileceğini söylemişti. Bu fikir güzel gibi gelse de, evde kardeşiyle annesini birlikte bırakmak istemiyordu. İlk günler hep ağladı. Öğretmeni iyi bir ablaya benziyordu. Onu sevebilirim diye düşündü. Sevdi de. Kreşe gittiği günler kendini daha iyi hissediyor ama bu onun mutlu olduğunu göstermiyordu. Mutsuz bir çocuk olarak günlerini geçiriyordu. Annesi tekrar işe dönmüştü. Kardeşine babaannesi bakıyordu.

İki senelik kreş hayatının ardından birinci sınıfa başladı. Okulun ilk günü, annesi hastanede nöbetçi olduğu için onunla gelememiş, babası ise derse yetişmesi gerektiği için okulun kapısındaki öğretmenine emanet edip gitmişti İsmail'i. İsmail, öğretmeni olduğunu tahmin ettiği adamın elini sımsıkı tutarak sınıfına geldi. Sınıfın kapısında bekleyen anneler, içerideki çocuklara el sallıyordu. Hatta bazıları ağlayan çocuklarının yanındaki sıraya oturmuşlardı. Sınıfta bir kendisi, bir de sarışın ve sıska olan oğlan yalnızdı. Bu çocukla arkadaş olabilirim, o da benim gibi yalnız diye düşündü. Okulun ilk günü babası onu almaya gelmişti. Karşıdaki beyaz minibüsün önünde duran bıyıklı amcayı göstererek: "Bak İsmail, bu senin servisçi amcan, bundan sonra seni o okula getirip götürecek." dedi. Tamam anlamına gelen, başını iki kere öne eğme hareketini yaptı konuşmadan. Her zaman yaptığı gibi.

Sarışın sıska oğlanın adı Necip'ti. Babam en sevdiği şairin adını koymuş bana, diyordu. Necip, etrafına sürekli gülücükler dağıtan, derslerde bile konuşmayı bırakmayan bir çocuktu. Sınıf başkanı seçilmişti. O da İsmail kadar çalışkandı. Aynı sırada oturuyorlardı. Kısa zamanda yakın arkadaş oldular. Artık bir dert ortağı vardı. Necip'in annesi terziydi, babası ise bir siyasî partinin ilçe başkanı. Evleri yakın olduğu için aynı servisle gidip geliyorlardı okula. Serviste de yan yana oturuyorlardı. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar hep aynı sırada oturdular. Beslenme saatlerinde aynı simitten yediler. Aynı dersleri sevdiler. Beşinci sınıfta ikisi de şehirdeki Anadolu Lisesi'ni kazanmıştı. Bu okulda öğretmen olan babası, oğlunun Necip'le aynı sınıfa yazılmalarını rica etmişti müdür beyden, bunun üzerine İsmail ve Necip ortaokulda da sıra arkadaşı olmuştu.

Lise ikide alan tercihi yapacaklardı. İsmail’in en sevdiği ders Türk dili olmasına rağmen, Necip’ten ayrılmamak için sayısal sınıfı tercih etmişti. Fizik ve kimyadan nefret ediyordu ama biyoloji ona daha sevimli göründüğü için, biyoloji dersine ağırlık vermişti. Üniversite tercihlerinde tek bir okul seçecekler, kazanırlarsa birlikte okuyacaklardı. Necip’in amcası Süleyman Demirel Üniversitesi’nde dekan yardımcısıydı. İlk ve tek tercihlerini bu okuldan yana kullandılar. Beklenen olmuş, İsmail ve Necip aynı üniversitenin aynı bölümünü kazanmışlardı.

Okulunu bitirip akademisyen olmak en büyük hayaliydi İsmail’in. O yüzden derslerinden başka şeylerle ilgilenmeye vakti yoktu. Üniversite hayatında okuldan çok siyasî parti kulüplerinde vakit geçiren Necip’in ise dersleri kötüleşmeye başlamıştı. Necip, birinci sınıfta bütünlemeye kaldığı için, sınıfları ayrılmıştı. İsmail buna çok içerlemiş, kalbinin kırıldığını hissetmişti. Sonuçta birlikte okumak için bu şehre gelmişlerdi, sevdiği bölümden bile vazgeçmişti onun için. Necip bunu fark etmedi ama. İsmail de karşısına alıp söyleyemedi zaten.

Ders saatleri değiştiği için okulda karşılaşmıyorlardı. Necip, öğrenci evini otel gibi kullandığı için evde de görüşemez olmuşlardı. İsmail kendini, yıllar önce hissettiği yalnızlığına geri dönmüş olarak buldu.

Vize tatili yeni bitmişti. Günlerden 26 Mayıs’tı. O gün eve erken geldi Necip. Çok heyecanlı görünüyordu. Sakal tıraşını olup takım elbisesini giyerek evden çıktı. Üniversite kulübünde Necip Fazıl Kısakürek’in doğum günü sebebiyle bir konferans yapılacaktı ve programın sunucusu Necip’ti. İsmail, kalbinin kırık olduğu arkadaşının davetine icabet etmeyerek evde kalmıştı. Bir saate yakın kitap okudu. Kalbinin sıkıştığını hissetti birden. Nefes almak için balkona çıktı. Yıldızlar farklı biçimde yeryüzüne yakındı bu gece. Hava mayıs ayından beklenmeyecek kadar sıcaktı. Mutfağa gidip kendine çay aldı. Elinde tuttuğu çay bardağı birden sallanmaya başlamıştı. Başım dönüyor olmalı, diye etrafına bakınırken, tezgâhtaki şişeler devrilmeye başladı. Deprem oluyordu. Koşarak mutfak masasının altına girdi. Kalbinin atışını kulaklarında hissediyordu. Duvardaki tablolar yere düştü, dolap kapakları açılıp kapanıyordu. Balkon kapısından çocukların ağlama sesleri işitiliyordu. Kaç saniye geçtiğini tahmin etmek zordu, çünkü zaman kavramını yitirecek kadar çok korkmuştu o an.

Deprem geçtikten kaç dakika sonra masanın altından çıkabildiğini hatırlamıyordu. Şaşkındı. Elleri titriyordu. Elektrikler kesildiği için el yordamıyla cep telefonunu bulmaya çalıştı. Şebeke çekmiyordu. İnsanlar sokağa dökülmüştü. İsmail evden çıkmadı. Ne yapacağını bilmiyordu. Birden kapı sesiyle irkildi. Biri kapıyı yumrukluyordu. Telaşla kapıyı açtı. Sınıf arkadaşıydı karşısında duran. “İsmail, kardeşim, duydun mu fakülte yıkılmış, arkadaşlar enkaz altında kalmış..”

İsmail donup kaldı. Kalbinde tarif edilmez bir ağrı hissetti, gözleri karardı, duvara tutunmaya çalışırken dudaklarından dökülen tek söz: “Necip..” olmuştu.

Melike Aydın