İçimde bulduğum bir his beni zehirliyor, güçsüz bırakıyor ve her şeye karşı isteksizleştiriyor. Çeşitli görüntülere bürünüyor ya da çeşitli varlıkların içine giriyor; belki özünde sinsi de… Ama ben artık onu her yerden görüyor ve “yine o” diyorum, farklı olaylarda bana göz kırparken mırıldanıyorum “beni bu hale yine o getirmiş.”
Onunla savaşmaya gücüm yok. Farklı kılıklara büründüğünden onun ilişkiye girdiği olayları/durumları/insanları bu işe karıştırmak bir çözüm sunmuyor. Varlık sebebi hala kendime anlatabildiğim bir şey değil. Dolayısıyla başkalarına da anlatamıyorum.
Sadece kaçabiliyorum. Varlığını hissettiğimde, bana yaptırdıklarını fark ettiğimde; yerimden kalkıyorum ve kendi kendime “ona yenilme” diyorum. Ona yenilmemenin en olası yolu onu bastırmak, ondan kaçmak; evet ben de öyle yapıyorum. Yani yapıyordum. Ama artık canıma da tak etti canım!
Valilikten izin aldım, atladım arabaya Isparta'ya gittim. Ortalık nasıl da Nisan, nasıl da cıvıl cıvıl. Gökyüzü münbit, yollar açık, havanın tazeliği bronşlarımı da açtı, tazelendim.
Yola çıkmadan evvelki ruh halime ne kadar da uzağım şimdi. Oysa Bülent abiyi adeta bir delirme anında aramıştım. Ahizeyi nasıl kaldırdım, ezbere bildiğim numarasını nasıl tuşladım, herhangi bir şey anlatmayı tamamen reddederek nasıl da İsmail’in numarasını aldım; şimdi hatırlamak bile içimi burkuyor.
İsmail, Bülent Abi’nin balıkta tanıştığı bir dallama. Üniversiteyi bizim şehirde okumuştu. Ben de bir kaç ortamda karşılaştım onunla. Normalde nemrut ama Bülent abi’nin yanında açılıyor belli ki. Bir espriler, bir babacan tavırlar, bilgisayar oyunlarından tut izlediği filmler hakkında bilmiş bilmiş konuşmalar. Kendini zeki zannediyor, buna çevresini de inandırmış. Oysa bakışlarının ardından o sinsi hırsını okumak zor değil. Zaten memur oldu.
Kalp atışlarım hızlanıyor, bu hallerim hayra alamet değil. Durup dururken İsmail’e yükselmemin hiç bir anlamı yok, sonuçta adama işim düştü, bunları zihnimden çıkarsam iyi ederim. Dikkatimi çevreme vermeye uğraşıyorum. Şehrin insanların çoğunun el etek çektiği meydanında burnum sızlayarak evimi özlüyorum. “Memlekete miiiiiğ, yıldızlar mııığ, gençliğim mi daaaahaa uzak?” diye mırıldanıyorum en Livaneli sesimle.
Gençliğim daha uzak tabi. Her zaman gençliktir en uzak olan. Kıymetini bilemedik bu İsmail gibi. İsmailin her şeyi tik tik tik. Babası öğretmen bir kere bunun. Kesin onun sınıfında da okumuştur öğrenciliği döneminde, torpile alışkın bünyesi başka türlü nasıl açıklanır yoksa? Küçük bir orta anadolu şehrinde üniversite oku. Haftasonları balığa git. Bülent abi gibi harbi insanlarla ahbaplık et. Oh ne ala! Mualla teyzenin ketelerinden de yemiştir bu. Sinirle ellerimi ceplerime sokuşturup ayağımın ucundaki taşa bir tekme basıyorum. Otuz yedi derece güneybatı yönünde havalanıp 107 metre benden uzaklaşıyor. Yok, yedisi fazla, olsa olsa yüz metredir gittiği yer.
Ellerimi ceplerimin içine doğru daha da bastırıp başımı olabildiğince gökyüzüne uzatırken derin bir nefes alıyorum. Bu hiç bilmediğim şehrin meydanında ne işim var? O esnada telefonumun titreşimini hissediyorum, İsmail arıyor. Usançla nefesimi geri veriyorum.
Seninde alaycılıkla kendinden emin olmaya çalışan bir tını var. Neden oraya onu görmeye geldiğimi deli gibi merak ediyor ama yapmakcıklığı gereği bu nedenden azade sadece oraya gelmiş olduğum için çok memnunmuş gibi yapıyor. Sesi mideme kramplar girdiriyor. Konuşmayı kısa kesiyorum. Telefonu kapattıktan sonra gönderdiği konumdan evinin yerine bakıyorum, yürüyerek yedi dakika. Şu işe bak, adam şehrin merkezinde yaşamanın bir yolunu bile bulmuş.
Kapıyı çalıyorum, sol elimde baklava, karısına da çiçek mi alsaydım. Yok canım olur mu? Kızlarını mı istemeye geldik. Kızları yok zaten. Allah allah çocukları neden yok? Sonuçta tik tik İsmail için çocuk vakti gelmiş olmalı artık.
O esnada kapı açılıyor, “oooo kimler gelmiş?” diyor; aşırı coşkulu görününce yapacağı hatalar göze çarpmaz zannettiğinden. Kimler gelmişmiş. Birden “tik tik” diyiveriyorum. “Efendim” diyor, yüzünde yanlış yapma ihtimalinin ürküntüsü. Boğazımı temizleyip “Selamün aleyküm” diyorum gülümseyerek. Tekrar aydınlanıyor yüzü “Aleyküm selaaaaağm” Aleyküm selammış, papucumun müslümanı, oysa namaz bile kılmaz.
İçeri geçiyorum, sterilizasyon gereği tokalaşmak, öpmek, sarılmak gibi mıç mıç işlere girişmiyoruz çok şükür. Lavabonun yerini soruyorum, malum elleri yıkamak önemli. Elimi yüzümü derken abdest alıp çıkıveriyorum lavabodan. Ferahladım. Daha iyiyim.
Karısı ile selamlaşıyoruz sonra, tam tiktik’e yakışır bir kadın. Belli, ben eve gelmeden evvel benim yüzümden kavga etmişler. Ne gereği varmış şimdi misafirin, bu günlerde eve yabancı birinin gelmesinin, hem kim oluyormuşum ki ben, kadının annesi bile gelmiyormuş evine 27 gündür falan. Tüm bunları kadının sinirli gülümsemesinden, ısrarla kocasına bakmayarak konuşmasından, bizi bir an evvel yalnız bırakmaya çalışmasından okumak mümkün. Sevimlilik yapmaya çalışıp mesleğinden muhabbet açmaya uğraşıyorum. Babamın dizleri, annemin bel ağrıları. Bana iflah olmaz bir salakmışım gibi bakıp nezaketle cevaplıyor sorularımı. Nezaket böyle bir şeydir, hep ifade ettiğinin tam tersiyle dopdoludur içi. Aynı nezaketle ayrılıyor sonra yanımızdan. Mahçup biçimde ayaklarıma bakıyorum oturma odasında otururken, bir an evvel konuya girip, işimi bitirmek ve gitmek en iyisi.
Yine de hoş beşten kaçamıyorum. Bülent Abi’den, Mualla Teyze’den, o gittikten sonra şehrin ne kadar değiştiğinden, hey gidi günlerden, ah o öğrencilik yıllarından ve eee şimdi benim neler yaptığımdan falan bahsetmek zorunda kalıyoruz.
Eeee şimdi benim neler yaptığım meselesi konuya girmemi kolaylaştırıyor.
“Buraya seninle benim için önemli bir meseleyi konuşmaya geldim…” hafif bir öksürükle boğazımı temizliyorum. “Tanımlara ihtiyacım var!” tiz çıkıyor sesim. “…etrafını cami ağyarını mani…” Kaşları çatılıyor. Bunu anlamamış olabilir mi? Daha basitleştirmeliyim. “Tam tekmil bir öğrenmeye…” “Cehaleti yenmeye…” “Genç dimağları zehirlenmeden kurtarmaya…” “Dünya halklarını aydınlatmaya…” daha ciddi bir ses tonuyla devam ediyorum “niyet ettim ve senden yardım istiyorum”
Hiçbir şey anlamamış gibi bakıyor. Tersinin gerçekleşme ihtimalini neden ummuştum ki? “Sizin üniversitede kadro bulsak bana, sizin dekanla tanıştırsan beni” desem, hemen anlardı. Gevrek gevrek gülümser, “vallahi çok isterim ama…” der. Sonra da kendisinin nasıl da alnının teri, elinin emeğiyle bu kadroya girdiğini, öyle tanışıklıklara hiç pirim vermediğini, ahbap çavuş ilişkilerinin dışında olduğundan bana nasıl yardım edebileceğini bilmediğini kibarca ifade eder; eşi pür-nezaket hanım da o esnada bize çay-börek servisi yapardı.
Sıkılmıştım, direkt konuya girdim. “Buraya senden mayalar hakkında bilgi almaya geldim”
Gözlerini kocaman açıp “Mayalar?” diyebildi.
“Evet mayalar, geçmişleri, yapıları, nasıl hareket ettikleri, amaçlarının ne olduğu, doğrultularının neye yönelik olduğu, geleceğimiz için teşkil edebilecekleri tüm tehlikeler…”
Çatık kaşları, kocaman açık gözleri yerine yüzüne aptal bir anlatım gelip oturmuştu. Arkasına yaslandı, bakışlarını hafif sola doğru yukarı kaldırarak …
“Açıkçasııı çalışma alanım olmadığı için etraflıca bilmiyorum. Ama mayalar kolomb öncesi Amerika uygarlıklarından biridir. Varlıkları M.Ö 600’e kadar uzanıyor olabilir. Eski mayalar..” Burada hafif bir titreme nöbeti geçirmiştim. “Mayaların bu günkü torunlarıyla karıştırmamak için öyle ifade ediliyor; astronomi, matematik, mimarı ve sanat dallarında baya ileri bir uygarlıktı.” Bu kadar şey hatırlamış olmasına kendisi de şaşkın, devam etti: “Yine de etraflıca bilgi almak istiyorsan bizim fakültede medeniyet tarihçisi arkadaşa rica edebilirim o…”
“Hayır, hayır, hayır…” diyerek heyecanla kestim sözünü. “Sana geldim…” Maya deyince aklına önce uygarlık gelmesine sinirlenmiştim “Çünkü senin yardım edebileceğini biliyorum” “Maya…” Salağa anlatır gibi ellerime başvurdum bana yardımcı olsunlar diye. Parmaklarımı hızla birbirine dokundururken ve aldıkları kımıl kımıl görüntüye bile zor sabrederken “mayalanmak... anlamındaki maya…” diyebildim.
“Ha! Ma-yaaa!” dedi. Papucumun biyoloğu. Kafası hala karışıktı. “Sen doğrultu, amaç, varlık sebebi diyince…” dedi. Gülümsedi. Yüzümdeki ciddi ifadeyle karşılaşınca alaycılığı kırıldı. Adam gibi anlatmaya başladı.
“Mayalar genellikle tek hücreli bazı türleri ise çok hücreli ökaryot yapılı bir mantar türüdür aslında. Ökaryot, hücrelerinde bir çekirdek ve başka organeller içeren bir canlılar grubu olup bilimsel sınıflandırmada arkeler ve bakterilerle beraber tüm canlıları kapsayan üç ana gruptan biridir.”
Kendini kaptırmıştı, ayağa kalktı, salonun içinde volta atmaya başladı. Parmaklarıyla bir şeyi sayar gibi yaparak: “Çeşitli türleri var… bazı türleri alkollü içki fermantasyonu için, bazıları yakıt pillerinin çalışmasında kullanılırken bazıları da hepimizin bildiği gibi ekmek kabartmak için falan kullanılır.” O esnada göz göze geldik, gözümün seğirdiğini fark etmedi.
“Çoğu maya Ascomycota bölümüne aittir. Yani askılı mantar dediğimiz, bira mayası diye de bildiğimiz tür. Basidiomycota’ya da ait olanları da vardır, mantar aleminin büyük bir bölümü olan topuzlu mantarlar oluyor bunlar. Her maya insanlığın iyiliğine hizmet ediyor denemez.”
Gözlerim parladı, “biliyordum” dedim.
O ise beni duymamıştı “Bazı mayalar, örneğin Candida Albicans insanlarda enfeksiyona yol açar.”
“Ruhumuza yaptıklarına sıra gelmedi bile henüz…” diye homurdandım.
“Mayalar beraber yaşadığımız canlılardır. Pembe mayalar olarak bilinen Rhodotorula’lar, evdeki nemli yüzeylerde örneğin duş perdelerinde falan yaşarlar ve yüzeyler üzerinde lekeli bir görünüm oluştururlar…”
İğrentiyle söylendim “Her yerdeler kahrolasılar, her yerde!”
Kendi dünyasından çıkıp tekrar bana döndü İsmail, “En yaygın kullanılanı Saccharomyces Cerevisiae binlerce yıl önce şarap, bira ve ekmek yapımı için evcilleştirilmiştir.” Verdiği genel bilgi dolayısıyla kendinden memnun tekrar yerine oturdu.
“Evcilleştirildi mi?” dedim öfkeyle! “Nasıl oldu bu? İnsanlık bu işgalci düşmanı nasıl bile isteye kendisine yoldaş eder?”
“Mayaların insanlık yararına kullanılmasının tarihi oldukça geriye gider.” diye cevapladı. “İlk yogurt hakkında anlatılan hikayeyi bilirsin, büyük ihtimal taşların altında bulunan beyaz karınca yumurtalarının ezilip ılık süte konulmasıyla yumurtalardaki kimyasal maddelerin maya işlevi görmesi sonucu yoğurdun elde edildiğini düşünürüz.”
Bu bilgi bombardımanı içimi eziyordu yine de düşmanımı yenmek için onu iyi tanımak zorundaydım. Boğulur gibi sordum “Ekşi maya hakkında ne biliyorsun, nasıl çoğalır, nasıl çalışırlar?”
İsmail uzun zamandır okula da gitmiyor olmanın verdiği sıkılganlık ile sorularımı heyecanla cevaplıyordu: “Ekşi mayalı hamur, ekşi maya ve ekşi maya anası farklı yapılardır.”
Bu kadar ekşi maya sözü duymak bile beni mahvediyordu. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatarak onu dinlemeye başladım.
“Ekşi mayalı hamur, ekşi maya anası ile mayalanan hamurun aldığı isimdir. Ekşi maya ise bünyesinde doğal maya ve bakteriler barındıran, bu organizmaların mayalama aktivasyonu sonucunda asiditesi önemli miktarda artmış, diğer hamurları mayalama yeteneği olan genel olarak cıvık ya da sulu halde bulunan hamurdur. Ekşi maya anası da…”
Gözümde şişman, dişlerinin bazıları eksik, nemrut suratlı, elindeki merdaneyi yavaş yavaş eline vuran bir kocakarı canlanıyordu….
“Ekşi maya anası da ekşi mayanın beslenmesi yoluyla iyice aktif hale getirilmesi sonucunda Ekşi Maya’dan ayrılarak, mayaladığı hamuru ekşi mayalı hamur haline getiren genelde köpük halindeki mayadır.”
“Nasıl çoğalırlar…?” dedim.
“Ekşi maya genelde buzdolabında muhafaza edilir. Kullanılmadan evvel oda sıcaklığına gelmesi gerekir. Oda sıcaklığına gelince ihtiyaç duyulan ekşi maya anası ağırlığına göre eşit oranlarda su ve un katılarak iyice karıştırılır. Böylece ekşi maya anası meydana gelir. Buzdolabında saklanırken en az üç günde bir beslenmelidir. Yoksa asidik özelliği artar, tadı bozulur.”
Ekşi mayaların, bu sinsi, içten pazarlıklı, işgalci yaratıkların hayatlarının devam şartının ellerimizde olması beni umutlandırmıştı. Can alıcı sorumu sordum: “Yani tüm analar çalınırsa maya bulunamadığı için ekşi mayalı ekmeklerin de bir sonu gelir, öyle mi?”
Bu soruma güldü. Herhangi bir kusurunu örtmek için veya yalandan değildi gülüşü. Anlayışlı bir havası vardı. Sinirime dokundu.
“Bu pek mümkün değil. Mayalar doğada yaşadıkları için bu gün elinde hiç ekşi maya anası bulunmayan biri bile nohut veya hurmayı kullanarak ekşi maya elde edebilir.” Sonra o korkunç sonuca bağlandı: “Mayalarla yaşamayı öğrenmeliyiz.”
Bu bilgiden sonra konuşmayı devam ettirecek takatim kalmamıştı. Düşman büyük, pervasız ve sinsiydi. Düşmana karşı değil, onu kullananlara karşı açılmayacak bir savaşı kazanmanın imkanı yoktu.
İsmail’e nasıl veda ettim, karısı nezaket hanımın yüzüne aynı nezaketle nasıl bir kere bile bakmadım, arabama nasıl atladım, hatırlamıyorum.
Dönüyordum ama nereye? Ekşi mayanın yayılmadığı, işgal etmediği hayatımda olmadığı bir alan var mıydı? Bir çıkış yolu var mıydı? Bir dünya ekşi mayasız ve özgür, bir dünya herkesin ısrarla yaptığı aynı şeylerden azade! Küçüklüğümün 23 Nisanlarına ışınlanarak “bir dünya bırakın biz çocuklaraaaa ıslanmış olmasın göz yaşlarıyla!” diye haykırıyorum. Şarkım acı bir fren sesiyle sonlanıyor. Bundan sonra aynı olmayacak şeylerin başlangıcına benzeyen bir duraksama adeta.