Bu gece, iliğime işleyen bir rüzgar başucundan yıldızların terk ettiği mehtabı selamlamak isterdim. Huzur sancılarıma, yağmur da saçlarıma küssün isterdim.
Kulağımda Ed Alleyne-Johnson.
The Oxford Suite.
Yazmak için gözlerimi kapamama gerekliliğini atamıyordum üzerimden. Oysa soyunmak isterdim buna. Beni taşıdığı noktayı anlatmak, tüm benliğimi dengeleri ters döndürmeye feda etmek isterdim. Ürperişli anları olanca şeffaflığıyla bir bir söyletmek isterim parmaklarıma. Ama hep kendimi değil. Yani şairin şehre karışmaktan kendini alıkoyamadığı dehlizleri de değil.
Öfkeliydim, neye ve kime belirsiz bir öfke ve tahammülsüzlük taşıyordum kanımda. Bu sebeple kafamdaki karmaşadan çokça hatta eser miktarda da nöronlarımın arasındaki bağları acımasızca katleden, balta girmemiş bir ormana elektrikli devasa bir testereyle dalan acımasız, ürkünç ve iğrenti uyandıran bir gölgeden, hepimizi içine çeken o karadelikten nasıl kurtulacağımdan söz etmek isterdim.
Okuduklarımı anlayamadığımı, odaklanamadığımı, insanlarla konuşurken ne söylediklerini bilemediğimi, beynimin otomatik ve dümdüz cevaplar verdiğini, birine adını sorduktan sonra ağzından çıkanları dinlemeyi unuttuğumun nedenini...
Ne dinliyordum, The Oxford Suite...
Ne güzel şeydi sanat. Beni özkıyım notları yazıp işe koyulmaktan alıkoyuyordu. Acaba bir fabrikada sabahtan akşama kadar ayakta yaptığı birtakım aynı şeylerin sayesinde para kazanıp hayatını idame ettirmeye çabalayan bir işçi ya da kakao çekirdeği topladıkları halde çikolatanın tadını hiç bilmeyen çocuklar için de aynı mıydı? Kişilerin; övgü ve haddi aşan ilgiyle var edip omuzlarında yükselttikleri aydın, sanatçı, sayılırkişi ve yöneticileri aynı silkinişle acımadan düşürürken dahi efendilerini omuzlarında taşıyan siyahi kölelerden bir farkı var mıydı? Varsa herkes nasıl bu kadar aynıydı. Yangına sebep olanlar, o yangını söndürmeye gelenlerden ayrı mıydı?
Tüm tebessümlerin gerçek olduğu, kimsenin kimseyi kandırmadığı, kalplerin henüz mühürlenmediği, kırk yamalı cübbe kırk birinci kez iğne ile acıtıldığı halde bin şükür eda edilen zamanlar mazinin tozlu raflarına karışmıştı. Baharlar ılık, akşamlar serin, gönüller ferah değildi değildi artık.
Ellerimi çeneme yaslayıp "Hangimiz daha parçalıyız, anlatsana." diye hasbihal ettiğim bulutların, yanıma bir gelsen yerle bir olacak göğün yerinde henüz yarına bile varmadan, hüzünden örme bir faz vardı. Zaman bükülmüş, misallere zeval gelmiş, odakta kaçınılmaz sonumuzun derin ve ürpertici heybeti vardı. Olmuş, olan ve olacak olanların hepsinini uçsuz bucaksız bir sahraya dikey gömülü cam parçalarının şehri ve insanı durmaksızın kanattığına aldırmadan, ellerimizle peyda ettiğimiz, üretim ve ekonomi diyip, teknoloji ve hamle diyip adına, ellerimiz, ellerimiz ve zihinlerimizle var ettiğimiz devasa ve yenilmez bir canavara verdiğimizde ipleri, aynı iplerin - yahut kirpiklerin- bizi boyunlarımızın çelik boğumlara ve parlak giyotinlerin altına acımasızca fırlatacağından bihaberdik.
Heybetine, sahip olduğu olağanüstü güçlere ve yaptıklarına hayran olduğumuz Efendi K, -ona hakaret etmek yasak- önce bizlere mutlak bir debdebe, ihtişam ve konforlu hayatlar vadetti. Insan, yine insanlığa zekâsının en üst perdelerinden bir nota vermiş, kendi kalemini kıracak tuşlara fütur eylemeksizin basmıştı Efendi K'yi üretip ona tabi olarak.
Bacakları insan, gövdesi değeri bütün gezegenleri satın almaya yetecek bir cevher saklayan biçimsiz bir kasa, kafası da herkesi her an gören masmavi, cam bir gözdü. Kolları yoktu. O devasa camı çevreleyen çürümüş göz kapaklarından taşan sayısız kirpikten bazısı öyle uzun, öyle kuvvetliydi ki ona itaat etmeyen herkesi tek vuruşla yeşilden, böceklerden, sudan ve dolayısıyla hayattan arınmış zeminin derinliklerine gömüyordu.
Efendi K her şeyi muntazam şekilde planlamış ve insanın zaaflarını kullanarak emeline ulaşmaya biraz daha yaklaşmıştı.
Her gün sayısız yeni ve farklı şey icat ediyor, o ürünlere ihtiyacımız olduğuna bizleri inandırıyordu. Istediğimiz şeylere sahip olabilmemiz için de kurduğu sistemde her gün o ürünün ederi kadar çalışmamız gerekiyordu. Yalnızca hayatını sürdürmeye yetecek kadar çalışan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Onlardan biriydim.
Koskoca dünya, kendi yaptıklarımızla var ettiğimiz iğrenç bir yaratığın yönettiği soğuk bir laboratuvar ve bizler de sanki onun eğlenmek için kullandığı milyarlarca bakteriden ibarettik. Bu düzen nasıl değişirdi?
Bu, insanlığa ve iradeye yapılan bir zulümdü. Kayıtsız kalmamalı ve mutlaka başkaldırmalıydım.
Ama yalnızdım.
Bir gün yenileceğimi bile bile karşısına çıktım. Nasılsa böyle yaşayamayacaktım. Hışımla yerden alıp fırlattığım yüzlerce taşa şaşkınlık ve alaycı kahkahalarla karşılık veriyordu. Ona başkaldıran tek insan değildim ama inatla kirpiklerini gürz gibi kullanıp beni ezmeye yeltenmiyordu. Ondan ne istediğimi anlamaya çalışıyordu. Kollarımı ve bedenimi sararak beni durdurdu. Küf gibi kokan kirpik uçlarındaki yedi ahizeden birini kulağıma iliştirdi ve boğucu sesiyle ne istediğimi sordu.
Yok olmanı, dedim. "Yok edeceğim seni."
Efendi K'nın kahkahaları, milyarlarca çift gözün büyük bir şaşkınlıkla bize dönmesine sebep oldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Kahraman ilan edilmeyi beklememiştim ama en azından ölümü bağıran bu sükutun, sonumu ölümsüzleştirmeye uzanan kamera ve patlayan flaşların önünde çırılçıplak kalmama sebep olacağını da tahmin etmemiştim. Beynimin üzerine inen kirpiğin acısını hissetmeden önce Efendi K, gözlerimi eritmiş olmalıydı.
Kulağımda ise Ed Alleyne-Johnson.
The Oxford Suite.
Keşke kanatlarım olsaydı.
İçimdeki bu koskoca boşluğun, bu dünyadansızlığın mutlaka bir sebebi olmalıydı.
Hilal TINMAZ
(Salvador Dali, 1937)