Muhammed Yasir, @MYasirOkumus
Köroğlu Öykü Atölyesi Dördüncü Hafta
Kelimeler: Ahize, yıldız, yedi
Ek zorluk: İsmail karakterinin kullanımı: Biyolog, zayıf uzun boylu, içe kapanık, akademik hayalleri var, evli.
Okura not: Atölyenin ilk haftasında kendime ekstra bir zorluk belirledim. Yazdığım/yazacağım öykülerin birbirini tamamlar nitelikte olmasını hedefliyorum. Bu öykü bir tefrikanın parçası. Geçen haftalardaki yorumlarınız bir ekstra zorluğu daha başarmam gerektiğini gösterdi: Bu uzun hikayeyi tefrika ederken haftalık bölümleri -gücüm yettiğince- müstakil bir öykü tadında okuyabilmenizi sağlamak. Eleştirileriniz daha iyi bir hikaye yazdıracak, emin ve müteşekkirim.
Alaca dalmış pencereden dışarı bakıyordu. Çarşıda hayat normal biçimde devam ediyor, insanlar bir o yana, bir bu yana akıp gidiyorlardı. Arada bir cıvıltılar içinde koşturan çocuklar da olmasa epey rutindi burada gündelik hayat. Alaca’nın dükkanı çarşının hemen girişinde sağdan dördüncü dükkandı. Yedi numaralı dükkan. Konumu güzel bir dükkan, fazla dikkat çekmiyor, hem çarşıya hakim hem de çarşının girişine. Komşularından birisi çaycı, diğeri terzi. Alaca’nın ne iş yaptığını buradaki esnafı pek anlamaz. Ivır zıvır bir sürü değişik icat vardır dükkanında. Pek nizami olduğu da söylenemez. Hal böyle olunca esnafın buluşup laflamak için tercih edeceği bir dükkan değil burası. Onlar daha ziyade nalbantın ya da kasabın önünde otururlar. Çaycıya bile uğramazlar, çaycı çaylarını getirir o kadar. Zaten Alaca da esnafla pek vakit geçirmez. Kendi halinde açar kapatır dükkanını. Bazı günler hiç açmadığı olur, bazı günler hiç kapatmadığı. Esnaf da bilir onun bu hallerini, pek fazla muhatap olmazlar. Selamun aleyküm, aleyküm selam, o kadar.
Alaca dalgın dalgın otururken Emmi girdi içeri, selam verip geçti, oturdu. Alaca’nın fark etmediğini anlayınca bir iki öksürdü. Pala bıyıklarını sıvazlarken öksürüğü duydu Alaca, alnındaki çizgiler belirginleşti, başı hafiften söndü yana doğru, Emmi’yi gördü. Yüz hatları yumuşadı, hafif bir tebessüm ile baş selamı verdi, tekrar cama döndü, sessiz sessiz bakmaya devam etti. Bir süre sonra Emmi sessizliği bozdu. “Sana yolluk hazırladım Alaca yeğenim. İhtiyacın olabilecek üç beş parça eşya koydum.”
“Ne zahmet ettin Emmi?”
“Zahmet olur mu yeğenim. Yolda belde ihtiyacın olur, bakarsın torbadakiler işini görür.”
“Eyvallah Emmi.”
“Ne düşünüyorsun böyle derin derin?”
“Süleyman’ı be emmi. Kim bilir neler gelmiştir başına öte tarafa geçtikten sonra. İnşallah fazla işkence etmemişlerdir.”
“Allah yardımcısı olsun yeğenim. İnşallah sağ salim çıkar o çukurdan. Akıllı bir delikanlıya benziyor, kafayı kullanır bunu da atlatır. Hem Allah kuluna taşıyamayacağı yük yüklemez Alaca yeğenim. Sen hele var şu İsmail Hocaya da…”
Alaca doğruldu. Yeleğini sırtına aldı, kasketini düzeltti. Emmi de kalktı ayağa, sarıldılar. “Allah’a emanetsin Emmi. Dua et, sağ salim kavuşuruz inşallah.”
Alaca dükkandan çıkıp çarşının girişine doğru yöneldi. Büyük çarşı kapısından çıkıp sağ taraftaki ahıra yöneldi. Çantasını ve Emmi’nin hazırladığı yolluğu Küheylan’ın üstüne yerleştirdi. Sonra çözdü atı bağlı olduğu yerden, çıkardı ahırdan dışarı. Başını okşadı hayvanın, sonra bindi üstüne. “Hea!” At dörtnala koşmaya başladı. Bir sokak aştı, bir sokak daha, sonra şehri aştı, ovada koşturdu, nihayet hurma bahçesine vardı. Kapının önüne gelince durdu. Alaca attan inip eşyalarını aldı, atı bir kez daha okşadı. Bahçeye girdi. Ağaçlardan birisinin altına geldi. Bu ağaç diğerlerinden daha kalın gövdeli, geniş yapraklı, iri meyveliydi. Dibine çömeldi, cebini bira yoklayıp afyon kellesini çıkardı. Çakısıyla bir çizik attı, sütünü emdi. Sonra bıraktı kendisini ağacın gölgesine.
Gözlerini açtığında yıldızları gördü. Bir iki dakika afyonun etkisinin geçmesini bekledi. Bu sırada kapı açıldı, ihtiyar bir çingene içeri girdi. Alaca’nın yanı başına oturdu. “Hoş geldin Alaca yiğit.” Alaca gözlerini kapatıp başını öne eğdi. Afyonun etkisi sürüyordu. “Artık bu tarafa açılan kapı bu konak olacak. Komiser bin üç yüz yirmi bir numaralı sokaktaki dükkanı öğrenince buraya taşıdık.”
Alaca kendisini toparlayıp sordu, “Güvenilir mi?”
“Güvenilir. Epey araştırdık. Gözden ırak bir konak burası. Eskiden bir ilim erbabınınmış. Baksana tavanda yıldızlar falan. Tavan arasında bir sürü alet edevat var. Benim aklım ermez böyle şeylere, kızlar astronomiyle ilgiliymiş diyorlar. Her neyse, sıkıntı yok işte. Önemli olan bu Bundan sonra kapımız burası.” İhtiyar çingene Alaca’nın omuzuna iki defa hafiften dokunup çıktı.
Alaca yavaş yavaş doğruldu, yataktan çıktı. Çantasına baktı, masanın üzerindeydi. Usulca masaya yaklaştı, çantayı açtı. İçindekiler yerli yerindeydi. Yedi tane ahize. Derin bir nefes aldı. Çantayı kapattı. Dolabın aynasını fark etti, oraya yöneldi. Üstüne başına baktı, gömleğini pantolonunun içine sokuşturdu. Saçlarını düzeltti, bıyıklarını sıvazladı, kasketini taktı. Masadan çantayı alıp kapıyı açtı. Konağın selamlığında oturan çingeneler toparlandılar kapının açıldığını duyunca. İhtiyar çingene, “Demek hazırlandın. Bir kahve yapsın mı kızlar sana?” dedi.
“Vakit dar, sonraya kalsın.” dedi Alaca. “Araba hazır mı?”
“Hazır yiğidim.”
Alaca konağın kapısından avluya geçti. Dış kapıda bekleyen kahya koşturarak geldi, çantaları aldı. Şoför kapıyı açtı, Alaca oturdu. Böylece yola düştüler. Biraz gittikten sonra şoför sessizlikten sıkılmışçasına sorular sormaya başladı. “Nasılsınız efendim? Camı açayım mı? Radyo dinlemek ister misiniz?” Alaca kısa cevaplarla geçiştirdi adamın sorularını. Düşünceliydi. Aklı bir yandan Süleyman’daydı, bir yandan İsmail Hoca’da. Süleyman Komiser Hüsrev tarafından yakalanmış, kim bilir ne tür işkencelerden geçiyordu. Onu bir şekilde oradan kurtarmak gerekti ama bu hiç de kolay olmayacaktı. Önce şu İsmail Hoca’yı görmeli diye geçirdi içinden.
Birkaç saatlik yoldan sonra Isparta tabelası görüldü. Şoför gülerek “İşte geldik efendim, az kaldı.” dedi. Alaca “eyvallah” diyerek geçiştirdi. Araba on beş yirmi dakika sonra bir sokakta durdu. Şoför inip Alaca’nın kapısını açtı. Alaca indi, bagajdan çantalarını alıp mavi kapılı eve yöneldi. Kapının tokmağını yedi kere vurdu. İçeriden ayak sesleri duyuldu. Kapıyı gençten bir hanım açtı. “Buyurun, kime bakmıştınız?” diye sordu.
“İsmail Hoca’ya geldim. Evde mi?”
Kadın seslendi “İsmail Bey! İsmail Bey!”
İsmail paldır küldür indi merdivenlerden. Kapıya koştu, “Ooo Alaca mirim, gel hele gel, geç buyur.”
Salona geçtiler. Alaca’ya koltuğu gösterdi İsmail. Alaca oturdu. İsmail çıktı, biraz sonra elinde bir tepsiyle geldi. Kahve ve su getirmişti. Sehpaları ayarlayıp servis yaparken Alaca İsmail’i süzdü. Boylu poslu genç bir delikanlı. Kumral, hafif uzun saçlı. Saçları özenle sağ tarafa taranmış. Sinek kaydı traşlı. Gömleği pantolonu ütülü, temiz. Salonda da her şey yerli yerinde. Belli ki temizlik yapılmış.
İsmail kahve fincanını sehpaya koyup karşıdaki tek kişilik koltuğa oturdu. “Anlat Alaca mirim. Nasılsın? Halin keyfin yerinde mi? Yolculuk nasıl geçti?”
Alaca hepsini cevapladı bu soruların, bir süre havadan sudan muhabbet ettiler. İsmail Alaca’nın pek muhabbet havasında olmadığını kavrayınca daha fazla uzatmadı. “Sizi dinliyorum mirim. Buyurun, anlatın.”
Alaca suyundan bir yudum aldı, anlatmaya başladı. “Süleyman’ı yakaladılar İsmail Hocam. İğneyi çalınca peşine düşmüşler. Bir şekilde bizim tarafa geçip iğneyi verdi. Ama bu tarafa geri döndüğünde yakalandı. Hüsrev diye yeni bir komiser var, anladığım kadarıyla hırslı bir herif, onun elinde.”
İsmail’in Süleyman’ın yakalandığından haberi yoktu. Beraber büyüdüğü, kardeşi saydığı, canı ciğeri Süleyman’ı yakalamışlardı demek. İsmail’in üzüntüsü yüzüne yansıdı. Yanında mutlu hissedebildiği üç beş tane insan vardı zaten, birisi de Süleyman’dı. Hey gidi Süleyman, can dostu, yol arkadaşı Süleyman.
Alaca anlatmaya devam etti. “Üzüldüğünün farkındayım İsmail Hocam, ama bırakma kendini. Süleyman’ı bir şekilde kurtaracağız. Mahpusta çürümesine müsade etmem, etmeyiz. Ama şimdi başka önceliklerimiz var. Hem Süleyman kendi başının çaresine bakabilir. Bundan eminim. Bizim kendi üzerimize düşenleri yapmamız lazım.”
İsmail’in kalbine bir ağırlık çökmüştü. Alaca’nın anlayamayacağı duygu fırtınalarının içindeydi. Yine de bu sözler üzerine toparlanır gibi yaptı. İstemeden titrek çıkan sesiyle sordu: “Ne yapacağız mirim?”
Alaca çantasını açtı. İsmail’in önüne koydu. Çantanın içinde yedi çift ahize vardı. Hem de epey eski ahizeler. İsmail bir çantaya baktı, bir Alaca’ya, bir çantaya, bir Alaca’ya. Alaca söze girdi. “Yedi çift ahize.”
“Onu görüyorum da, ne yapacağım bunları?”
“Bunlar iki taraf arasında iletişim kurmamız için gerekiyor. Bir takımı bu tarafa kuracağız, bir takımını bizim tarafa. Ben sana hangisinin nereye konulacağını söyleyeceğim.”
“İyi de mirim, ben ne anlarım bu işten? Hem nasıl olacak ki? İki ayrı dünyadan bahsediyoruz. Direk dikip, tel çekecek halimiz yok ya!”
“Orasını sen bulacaksın İsmail Hoca. Hoca olan sensin.”
“Mirim ben biyoloğum, mühendis değilim.”
“Senden başkası yapamaz İsmail Hoca. Kimseye güvenemeyiz.”
İsmail biyoloji alanında doktorasını bitirmek üzereydi. Kendi halinde, akademik işlerle iştigal eden bir adamdı. Biraz çaba sarf edip daha iyi bir üniversitede çalışmanın hayalini kuruyor, dünyada neler olup bittiğiyle pek ilgilenmiyordu. Süleyman vesilesiyle dahil olmuştu bu işlere. Süleyman’ın hatırına daha doğrusu. Süleyman hep daha çok kafa yoran taraftı zaten dünya meseleleri üzerine. Siyasetle, sistemle, düzenle o ilgilenirdi. İsmail’i de bu işlere bulaştırmıştı. Bulaştırdı da ne oldu sanki? İşte, Alaca karşısında oturuyor, elinde birkaç ahize, iki dünyayı birbirine bağlamaktan bahsediyordu. “Biyoloğum ulan ben!” diye içten içe haykırıyor, ama Alaca’ya belli edemiyordu. Etse ne olacaktı ki? Adam söyleyeceğini söylemişti. Başkasına güvenemem demişti işte. Bunun üzerine ne söylenebilirdi?
“Peki mirim. Artık bakacağız bir hal çaresine.”
“Aslansın İsmail Hoca. Bir tek sana güvenebilirim, anlıyor musun? Süleyman için, bizim için yapmalısın, başarmalısın.”
Alaca İsmail’in kabul etmesiyle bir nebze rahatladı, İsmail nasıl bir işe bulaştığını anlamaya çalışır vaziyette efkarlandı.