Yedi Işık

Sahra Tahiroğlu

Yedi kardeştik, yedimiz de kızdık. Yedimizin de adı Yıldız’dı. Annemize Yıldızlar’ın anası derlerdi. Çünkü bilirlerdi ki kimse yedi yıldız doğuramaz. Ve bilirlerdi ki doğurursa o tüm yıldızların anasıdır. Biz yedi kız kardeştik, hiç birimiz birimizden büyük değildi. Ve hiç birimiz birimizden küçük de değildi. Aynı anda doğmuştuk. Sadece yıldızların anası bunu yapabilirdi.

Biz yedi kız kardeş, neler yapabileceğimizi biliyorduk, neler yapamayabileceğimizi de. Doğuştan biliyorduk işte, kimseye sormadık, kimse bize öğretmedi. Hepimizin bir işi vardı, her yıldız gibi, her varlık gibi. Hepimizin aynı işi vardı: ışık vermek Dünya’ya. Hepimiz Dünya için çalışıyorduk, ama bölünüyorduk. Birimiz dağlara ışık veriyordu, birimiz ağaçlara, bitkilere, birimiz sulara, birimiz toprağa, birimiz taşlara, birimiz hayvanlara ve birimiz insanlara. En zoru benimkiydi, en kolayı da. İnsanlar zordu, hem kolaydı da. Bir sıramız yoktu, farklı adlarımız da. Biz yedi kız kardeş, aynı anda doğduk, aynı isimle. Bu yüzden dağlara ışık verenimiz diyeceğim, taşlara ışık verenimiz. Dağlara ışık verenimizin işi zor değildi, dağlar hep yerindeydi. Dağlar hep genişti. Bakınca insanlardan büyüktü ama sorsan dünyanın en küçüğüydü. Etekleri kocamandı, yüreği kadar. Bazen yol olurdu, bazen yuva. Hep şükrederdi anamıza. Taşlara ışık verenimizin işi zor değildi, taşlar hep yerindeydi. İnsanlar onu taşıdı, insanlar ona şekil verdi, insanlar onu boyadı. İnsanların hep ayakları altında kaldı. Şikayet etmezdi yine, “taşım ben” derdi “sadece basit bir taş”. Ve Hep şükrederdi anamıza. Ağaçlara ve bitkilere ışık verenimizin işi zor değildi, ağaçlar hep yerindeydi ve bitkilerde. İnsanlar onları yakmadıkça, kesmedikçe, çiçeklerini koparmadıkça. Ne büyük nimetlerdi oysa. Çölde yaşayamazdı insan, aç kalamazdı insan, çiçeksiz de. Sorsan, “ben sadece ağacım” derdi, “ev olan, masa olan, meyve veren, temizleyen…” En çok da defter kalem olmayı severdi. Ve hep şükrederdi anamıza. Sulara ışık verenimizin işi zor değildi, sular hep yerindeydi. Ahh, ne güzel parlardı geceleri, insanların kıymet bildiği yegane şeylerden biri. Su için dua edilirdi, suya şiir yazılırdı. Sular hem dağlar için akardı, hem taşlar için, hem canlılar için. Dünyadaki şüphesiz en büyük nimetti. Ama sorsan, “küçük bir rüzgarla bile sarsılacak kadar acizim. Yeşil değilim ağaç gibi, siyah değilim taş gibi” derdi. Ve Hep şükrederdi anamıza. Hayvanlara ışık verenimizin işi zor değildi, hayvan hep yerindeydi. İnsanlardan saklanırdı, dağa ve ormana sığınırdı. Dünya düzeninde bir yeri vardı. Ne çok çeşittiler, insanlar dokunmadan önce, öldürmeden önce. Yettiği kadar yer, yettiği kadar yaşardı hayvan. Sorsan “başkalarına da kalsın diye” derdi, “Birbirimizi yeriz bazen, çoğalmayalım diye. Başkalarına da kalsın bu dağlar, taşlar” derdi. Ve Hep şükrederdi anamıza. Toprağa ışık verenimizin işi kolaydı, toprak hep yerindeydi. ağaçların yuvasıydı, dağın, taşın, hayvanların, insanların, hatta gökyüzünün. Sakindi, dingindi, bağdı, bahçeydi, ocaktı. Sorsan “kuruyum” derdi, “su olmazsa”. Suya dua, anamıza şükrederdi. En zor iş benimkisiydi, en kolayı da. İnsan hem zordu, hem kolaydı da. Yerinde insan, hep orada hep burada. Dağlara çıkar, sulara inerdi. Dağı yerlere bir ederdi, suyu gökle bir. Ne çok yerdi, ne çok içerdi. Sorsan “Daha fazla yok mu?” derdi. En zoru benim işimdi, toprak, dağlar, taşlar, ağaçlar, sular, hayvanlar insandan kaçardı. Tek başıma kalırdım, tek başıma savaşırdım. Kız kardeşlerim suya ışık verirken dağı unutmazlardı, dağa verirken toprağı. İnsanları unuturlardı bir. Bilirlerdi çünkü. Bilirlerdi insan cahildi. Dağın, taşın, göğün sahiplenemediğini sahiplenmişti. Korkmuştu hepsi, dağ taşın sorumluluğundan korkmuştu, toprak suyun. Bencildi insan. Zannederdi ki toprak onun için, su onun için, dağ, taş, hayvan onun için. Ahh! Zavallı insan. Ne kadar büyük görürdü kendini. En zor iş benimkisi, çünkü bazen insanın “dağları ben yarattım” diyeceğini sanırdım.

Biz yedi kız kardeş, yedimiz aynı anda doğduk. Benim payıma insan düştü. Işığım insana ulaşıyor her gece. En zor iş benimkisiydi, çünkü insan ışık nedir bilmezdi. Görür ama inanmazdı. Yer ama doymazdı. Sevmesi bile kusurluydu. Çiçeği koklamak için dalından koparırdı, köpeğe bakmak için anasından. Kedilere nankör derdi bir de, oysa kedi üç bebek doğurunca çok gelirdi. Çok gelmesin diye yavruyu başkasına verirdi. Bazen annesini, bazen babasını, bazen yavrusunu da. Ahh! İnsan ne zalimdi. En zor iş benimkiydi, zulmederdi kolayca. Çirkine çirkin derdi, yaratan var demezdi. Güzele güzel demeye korkardı. Ya ondan daha güzel olursa! Hırslıydı, kin tutardı, nefret kusardı kolayca. Dedim ya dağları yarattım diyeceğinden korkardım bazen, bir tuş yarattılar, ondan da korktum. Bir tuşa basıyorlardı, bir bomba patlıyordu, yüzlerce insan ölüyordu, öldürüyorlardı. Oysa anamız “bir insan öldürmek, tüm insanları öldürmek gibidir” derdi. Bize böyle öğretmişti. Ben ışığım ya bir insana ulaşamazsam diye korkardım, insan ya dünya bana kalmazsa diye. İşim bazen kolaydı, insan akıllıydı, çalışkandı. Kendisine verilen nimetleri bilirdi, kullanırdı. Ateşi bir tuşla açar, bir tuşla söndürürdü. Tellerden sesleri iletir, ahize ellerinde, taa uzaklarla konuşurdu. İnsan çalışkandı, yürümeden varırdı, oturduğu yerde kanat çırpmadan uçardı. İnsan hem iyiydi, hem kötü. Hem kolaydı, hem de zor. En zoru benim işimdi, çünkü sorsan dağa, taşa, suya, toprağa hükmederdi. Dilediğine verir, dilediğinden alırdı. Ahh! İnsan çok cahildi. Ve hiç şükretmezdi anamıza.