Bir Yıldız İçin

Hacer Noğman

Gömleğimin yakasını düzeltirken Pınar’a seslendim: “Haydi hayatım, çıkmıyor muyuz?” Her hafta, cumartesi gününü özel hastaları için ayırıyordu Pınar. Haftanın beş günü çalıştığı yetmiyormuş gibi bir gün de kendisi ekliyordu koşturmacasına. Fazladan mesainin onu yorduğunu biliyordum fakat bu hastalar, onun için özeldi ve klinik çalışmaları dışında tutuyordu onları. “Geldiiiim.” dedi çantasını sağ koluna geçirirken. Kapıyı açtım, önden o ve ardından ben çıktım, kapıyı kilitledim. Toyotamıza binecekken durdu, baştan aşağı beni süzerken konuştu: “Hayatım rahat bir şeyler giyseydin ya üzerine, sanki okula gidiyorsun. Alt tarafı laboratuvara çalışmaya gidiyorsun.” Haklıydı, bunu hep söylüyordu. Ona göre eşofmanımla da gidebilirmişim laboratuvara, ne de olsa kimsenin karıştığı yokmuş orada bana. Hâlbuki biliyordu takıntım olduğunu ama bunları her defasında söylemekten bıkmıyordu. “Rahatım böyle hayatım.” dedim gülümseyerek.

Arabaya bindik, emniyet kemerlerimizi bağladık. Telefonum çaldı. Arayan, çalışma arkadaşım Murat’tı. Hem meslektaşımdı hem de okuldan bağımsız yürüttüğüm çalışmalarımda laboratuvar arkadaşımdı. O, henüz almıştı doktor unvanını fakat buna rağmen başarılıydı, çalışmalarımızı beraber yürütüyorduk. “Efendim Murat.” diye açtım telefonu. “Osman, sanırım bugün çalışamayacağız, başka bir biyolog arkadaş çalışma yapacakmış bizim labda.” Derin bir nefes aldım, Pınar’ın meraklı bakışları üzerimdeydi, farkındaydım. “Neden, kendisininkinde patlama mı olmuş?” dedim, sinirlenmiştim. Murat da sinirliydi, anlayabiliyordum ama benden daha sakin karşılıyordu bu gibi durumları ya da sinirine hâkim olabiliyordu, ne ise işte. Bir cevap vermesine fırsat vermeden, “Tamam abi. Haydi görüşürüz.” dedim. “Görüşürüz.” dedi, kapattım telefonu. Pınar halen bana bakıyordu, ne olduğunu anlatmamı bekliyordu. “Başka bir arkadaş çalışacakmış laboratuvarda, biz gitmeyeceğiz.” dedim kontağı çalıştırırken. “Neyse, sıkma canını.” dedi sakin bir şekilde.

Yarım saat sonra geldik Pınar’ın hastasının evine. Park için boş bir yer ararken birkaç dakika geçirdik. Pınar’ı işi bitene kadar bekleyecektim, uzun sürmüyormuş işi. Bir yer buldum, arabayı park ettim, Pınar gitti. Üç beş dakika ancak geçmişti ki telefonum çaldı, arayan Pınar’dı. Hastası, Hülya Hanım, arabada beklemememi, evlerine gelmemi rica etti. E tamam madem, gideyim. Gittim, zile bastım. Ev büyüktü bayağı, zengin eviydi, belliydi. Pınar hiç bahsetmemişti maddi durumlarından falan. Pınar böyle şeyleri pek önemsemezdi. Hastaları hep iyi insanlardı sanırım, başka bir şey anlatmazdı onlar hakkında. Zile tekrar basacaktım ki Pınar açtı kapıyı. O an, Pınar kapıyı açtığında, ‘bir gün acaba böyle evimiz olacak mı’ düşüncesi zihnime bir ok gibi saplandı. Ayakkabılarla içeriye girerken bir başka düşünce, daha şiddetli bir ok gibi girdi bu kez zihnime: ‘memurlukla biraz zor.’ Zihnimin muharebe meydanına dönüşmesine az kalmıştı ki Pınar’ın sesiyle ayrıldım o meydandan: “Hayatım, ceketini ver.” Çıkardım verdim ceketi, astı portmantoya. Karşımda Pınar’ın hastası Hülya Hanım duruyordu. “Hoş geldin yavrum.” dedi sevecen bir tavırla. “Hoş buldum.” dedim. Kadının yönlendirmesiyle salona geçtim, yaşlı bir adam ayaktaydı. “Hoş geldin oğlum, ben eşiyim Hülya’nın, Haluk.” dedi. Oldukça özenli giyimi dikkatimi çekti. Uzattığı elini sıkmak için elimi uzattım, elimi sıkıca kavradı. “Memnun oldum Haluk Bey.” Boşta olan eliyle koltuğu gösterdi, oturduk. Hal hatır faslını hızlı geçtik. Ne iş yaptığımı biliyormuş, Pınar söylemiş. Başarılarımı takdir ediyormuş. Hem akademisyen hem de biyolog olmam, bir de üstüne çalışmalar yapıyor olmamı çok beğeniyormuş. Pınar’ı da çok takdir ediyormuş. Tipik bir memurdan çok farklıymış. Hastane dışında hastaları olmasını, eşi Hülya Hanımın fizik tedavi programı ile özel olarak ilgileniyor olması çok değerliymiş gözünde. Aman dikkat etmeliymişim, eşimin kıymetini çok bilmeliymişim. Haluk Bey bunu söylerken ben gülüyordum. İçimde, tarifini hiç edemediğim o mutluluk vardı. “Bilmeye çalışıyorum.” demekle yetindim. Gülümsedi Haluk Bey.

Gençliğinde ticaretle uğraşmış Haluk Bey, şimdiyse oğullarına devretmiş. Bir markaları varmış. Zenginler bayağı; bunu çıkardım konuşmalarından ve şu an salonunda bulunduğum bu evden. Fakat adam o kadar mütevazı ki.

“Alt katta bir koleksiyonum var, görmek ister misin?” dedi. Heyecanlandım, merakla açtım gözlerimi, görmemiş gibi göründüğümü düşündüm o an, utandım. “Elbette, çok isterim.” dedim heyecanımı saklayamayarak. Ayaklandı Haluk Bey, ben de ardından ayaklandım. Merdivenin tırabzanına tutunarak indi yavaşça basamakları, aynı yavaşlıkta takip ettim onu. Merdiven bitince hemen solda kalan odanın kapı kolunu indirdi. Elini kapı kolundan ayırmadan beni içeri buyur etti, girdim büyükçe odaya. Rutubet kokusu odanın duvarlarına işlemiş, döşemedeki ahşaba yerleşmiş gibiydi. Hafif loş ışıklarla aydınlanan odada onlarca telefon vardı. Kalkık kaşlarımın altında irileşen gözlerimle baktım, hiç telefon koleksiyonu görmemiştim. Yürümeye başladım odanın içinde. Döşemeyi yer yer kapatan bordo halı müzedeymişim gibi hissettiriyordu. Şaşkınlığımı, Haluk Bey’in sesi böldü: “Ailemizin yıllar önce kullandığı telefonlar, bizim bugüne kadar kullandığımız telefonlar… hepsi burada. Evimizin ilk telefonunu dedem aldı. Doksanlı yılların başıydı sanırım. Babam o telefonları hep saklamış. Sonra bana verdi sakladığı telefonları. Bende de merak olduğunu görmüş zamanında. Ben de hepsini bu odada topladım. Bu evde şimdiye kadar kullanılan, bozulmuş telefonları burada topladım.” Vay canına, ne ilginç. Çok hoşuma gitmişti bu koleksiyon. “Biz de evde kullanılmayan telefonları saklıyorduk ama cep telefonlarını. Annem nereye kaldırdı sonra bilmiyorum” dedim. Bunu söylerken siyah, antika bir telefonda parmaklarımı gezdiriyordum. Çevirmeli bir telefondu ve ahizesi bordo renkti. Tuhaf gelmişti telefonun ayrı ahizenin ayrı renkte oluşu. Haluk Bey kafamda soru işaretlerini görmüş olacak ki konuştu: “Ahizesinin boyası soyulmuş, babam da siyah boya bulamamış o zaman; bordoya boyamış.” ‘Anladım’ der gibi başımı salladım.

Haluk Bey odanın içinde dolaşırken telefonların hangi tarihten kalma olduklarını söylüyordu. Şu telefon dedesine hediye gelmiş, şu telefon babasının annesini bekârken aradığı… Ben halen o telefonda kalmıştım: ahizesi bordo olan siyah telefonda. Haluk Bey ile aramızda dört beş metre vardı, çekinerek ahizeyi kaldırıp kulağıma götürdüm. Parmaklarım rakamlara gitti; çocukken ezberlediğim ev numaramızı çevirdim. Numarayı halen ezbere biliyor oluşuma şaşıracaktım ki ahizeden ses geldi. “Bir dakika.” dedim yalnızca kendimin duyabileceği ses tonumla. Ahizeyi kulağımdan alıp baktım, bir şey görmeyi bekliyormuş gibi baktım. Bir şey göremedim, çünkü duyduğumu zannettiğim sesin dürtüsüyle görmek istediğim bir şeyin oluşu, bir dürtüden ibaretti. Tekrar kulağıma götürdüm ahizeyi. Haluk Bey yavaşça bir şeyler anlatıyordu, veremiyordum aklımı anlattığı şeylere. Ahizeyi kulağıma dayadığımda tekrar duydum o sesi. Boğazıma, kocaman kayaya eş değer bir yumru oturdu; yutkunamadım. Ahizeden gelen ses, tekrarlıyordu aynı şeyleri: “Yediydi yaşım. Yediydi yaşım.” Tükürükler ağzımda birikti de yutkunamadım. Haluk Bey yanıma geldi. “Hayrola, kara haber mi aldın.” dedi gülümsemeden önce. Şaka yollu sözlerine güç bela tebessüm ettim. Ahizeyi telefona yerleştirdim, “Bayağı hoşuma gitti, bizim de çocukken böyle bir telefonumuz vardı, ona benzettim.” diye bir yalan uydurdum. Bizim hiç böyle çevirmeli telefonumuz olmadı.

O ses yankılandı zihnimde: Yediydi yaşım. Ritmi hızlanan kalbime hak veriyordum, çıkarmaya çalışıyordum sesin sahibini; kalbim çoktan çıkarmıştı, belli. “Delikanlı, istersen alabilirsin o telefonu. Hepsi benim için çok kıymetli bu telefonların. Ama hepsinden kıymetli eşimin memnuniyetini sağlayan eşinin hatırını karşılamaz.” Ne diyeceğimi bilemedim. Yalanım elimin ayası gibi karşımda dururken o ses yankılanmaktan geri durmuyordu: Yediydi yaşım. “Teşekkür ederim, hiç gerek yoktu.” diye geveledim. Telefonu elime tutuşturdu, çıktık odadan.

Basamakları ağır hareketlerle çıktık, Pınar ve Hülya Hanım bizi bekliyormuş gibi karşımızdaydılar. “Ben dedim sana canım, alt kata inmişlerdir.” dedi Pınar’a bakarken Hülya Hanım. Gülümsedi Pınar, bana bakıyordu. Kaşlarını çatar gibi yapacaktı ki gülmeye çalıştım, bir şeylerin garip gittiğini anlamıştı hemen. Hülya Hanım’a bakarak “E biz gidelim madem.” dedi ve elimdeki telefonu fark etti. “Ufak bir hediye.” diye araya girdi Haluk Bey. Tokalaştık, teşekkür ettim, rica ettiler, evden çıktık.

Arabaya geçene kadar konuşmadı Pınar. Sürücü koltuğuna otururken telefonu Pınar’a uzattım, aldı kucağına. “Neyin var?” dedi. Bir şeyler olmuştu, yutkunamamıştım, tükürükler halen ağzımdaydı sanki. “Eve gidelim mi?” dedim kontağı çalıştırırken. Üstüme gelmedi, biliyordu, tanıyordu beni.

Yol boyunca sessizliğimizi koruduk. Ta ki o sesler tekrar zihnimde yankılanmaya başlayana kadar. Yediydi yaşım, yediydi yaşım, yediydi yaşım. Sesler yükseldi, yükseldikçe gaza bastım. Normalden iki kat hızlı sürede eve vardık.

Salondaki üçlü koltuğun kenarına oturdum. Pınar yanıma geldi, telefon kucağındaydı hâlâ. Ahizeyi kaldırıp kulağına götürdüm. Bana bakıyordu, “Bir şey duyuyor musun?” dedim. Kafasını olumsuzca salladı. Yutkundum. Ahizeyi kulağından aldım, Pınar’a bakarken bir daha yutkundum. “Tekrar duydum o sesleri.” dedim. Kaşlarını çattı. Ahizeyi telefona yerleştirdim, Pınar televizyon ünitesine bıraktı telefonu. Yanıma geldi, oturdu. Ellerimi kavradı. “Korkuyorum Pınar, onun sesiydi eminim.” çaresizlik hissi tüm bedenimde elini kolunu sallayarak geziniyordu. “Keşke onunla birlikte ben de ölseydim o zaman.” Hıçkırık, yutkunamadığım boğazıma kadar gelmişti; tıpkı o zamanki gibi. Yedi yaşımdayken, okulun ilk günüyken ve tanıştığım o arkadaşımın ölmesine sebep olduğum benken; yaşım yaşıyken. O gün ben de onunla birlikte ölseymişim diye dualar ettiğim o geceler geri gelmişti işte. “Sakin ol hayatım, ben yanındayım.” Evet, Pınar hep yanımdaydı ama ilk tedavimi aldığım zamanlar o yoktu hayatımda. Atlatmakta çok zorlandığım o dönemi hatırlamak bile ürkütücü hislerin beni tutsak etmesine neden oluyor. On yıl kadar önceydi ve dört yıl arayla tekrar nüksetmişti. O zamanlar annem yanımdaydı, o da böyle söylerdi: Yanındayım oğlum.

Derin bir nefes çektim ve yatak odasına gittim. Üzerime eşofman takımımı geçirdim, aynanın karşısına geçtim. O gün, bir film sahnesi gibi gardırobun aynasına yansıyordu sanki: Eylülün yedisi, yaşım yedi. Mavi önlükleriyle onlarca kişi, sırayla okula giriyoruz. Öğretmenimizle sınıfımıza gidiyoruz ve rastgele oturmaya başlıyor herkes. Yakalıklarımızın aynı olduğunu fark ettiğim çocuğun yanına gidiyorum. “Yakalıklarımız aynı, birlikte oturalım mı?” Onunla böyle tanışıyoruz. Adının Ahmet olduğunu öğreniyorum. Yakalıklarımızda ay ve yıldız vardı. Onun yakalığındaki yıldızın içi boştu, şeklin yalnızca etrafı maviydi. Benim yakalığımdaki yıldızın ise içi masmaviydi.

İlk teneffüsümüze birlikte çıkıyoruz. “Yakalıklarımız aynı değil ki.” diyor o teneffüste bana. Haklıydı. Ama ne fark ederdi? Okulun ilk günü, ayın yedisiyken, eve gidiyorduk beraber. Bizim iki sokak aşağımızda oturuyordu Ahmet. Onu almaya gelen annesi öyle söylüyordu anneme. Annelerimiz konuşurken, ilk teneffüsteki muhabbet tekrar açılmıştı. Benim yakalığım daha güzel, seninki daha çirkin derken Ahmet’i itiyorum. “Benim yıldızım daha güzel görünüyor!” diye çemkirişimdi ona karşı son söylediklerim. Başını kaldırımın kenarına çarpıyor ve burnundan kan geliyor.

Buğulanıyor görüntü, aynada kendimi görüyorum tekrar; on yedili yaşlarımı. Onunla ayrılışımız, tanışmamıza vesile olan konudan dolayı olmuştu. O günden sonra okula hiç gelmedi. Anneme sorduğumda, “Taşındılar.” dedi. Gerçeği ise aynadaki benken, on yedi yaşımdayken öğrenmiştim. Müthiş bir bunalıma sürüklemişti beni. Atlatamayacağıma kendimi inandırdığım bir dönemdi ve aylarımızı almıştı; benim, annemin, babamın ve kardeşimin.

Bu kez yirmi bir yaşındaki beni görüyorum aynada. Rüyamda Ahmet’le karşılaşıyorum ve kâbusa dönüşüyor rüya. O içi boş yıldız, aylarca gitmiyor gözümün önünden. Geceleri gökyüzüne bakamıyorum. Her ayın yedisinde kriz nöbetleri geçiriyorum. Takvimden koparıyorum tüm ayların ‘7’ yaprağını. Birkaç ay tedavi sonucunda toparlanıyorum. Gökyüzüne bakabiliyorum geceleri, üstelik ayın yedisiyken bile.

Tüm görüntüler kayboluyor aynada ve eşofman takımımla, kendimle baş başa kalıyorum. Tekrar aynı şeylerin olmasına izin vermeyecektim. Dirayetli olmalıydım. Bu denli yorulmak reva değildi, hem bana hem ona. Vicdanımın bana şah damarımdan daha yakın oluşunu kabullenmiştim; olanla ölene çare olmayacağını öğrendiğim gün. O kötü zamanların bir başlangıcı daha olmayacaktı, kafama koymuştum bunu.

Pınar’ın yanına gittim. Mutfakta çay demliyordu. “Yardım edeyim mi?” diye seslenmemle bana döndü. Hafifçe kaşlarını kaldırırken gülümsedi. “Daha iyisin.” dedi. Kafa salladım, evet iyiydim. “Ama şu telefondan kurtulmamız lazım, değil mi?” gülümsemesi yüzüne yayıldı.

İçimde saklamaya çalıştığım, kendimi telkin ederken paspasın altına süpürdüğüm duyguları, sesleri duymazdan, görmezden gelmeye çalıştım. Zordu ama eskiye nazaran daha iyiydim bu konuda. Televizyon ünitesinin yanına gittim, ahizesi bordo telefon önümdeydi. İşaret parmağımı 7 rakamına yerleştirdim. “Yarın geri götürelim bunu Haluk Bey’e.” dedim. Hemen arkamdaydı Pınar, “Nasıl istersen.” dedi.

Üçlü koltuğa geçtim, bir ucuna oturdum. Pınar üzerine eşofman takımını geçirmiş, elinde dosyalarıyla yanıma geldi. Telefonumdaki bildirimlere baktım. Sınıf gruplarında mesajlar, idari personellerin grupları, mailler, sosyal medya... Mail kutuma girdim, gördüğüm maille şaşkına döndüm. “Pınar…” dedim o şaşkınlıkla. ”Efendim.” dedi elindeki kâğıtları karıştırırken. Maili okumaya devam ettim, daha da şaşırdım: “Pınaar!” Derin bir iç çekti ve bana döndü, “Efendiim.” dedi. Telefondan kafamı kaldırdım, “Aylardır üzerinde çalıştığımız Yıldız Aşısı kabul edildi.” Ağzım kulaklarıma varıyordu. Gözleri fal taşı gibi açıldı Pınar’ın. “İnanmıyorum, müthiş bir haber bu.” Boynuma atladı sevinçten. “Hem de çağırıyorlar, gelecek ayın yedisinde, bir kongrede sunum için. Çok iyi değil mi?” dedim gülen gözlerine bakarken. Kafasını salladı, onayladı beni. “Yıldız Aşısı için çok uğraştık. Bu kez can olur insanlara inşallah …” dedim kollarımla Pınar’ı sararken.