Vefa Ya Hu
“Buraya kadar boşuna gelmişsin” dedi ejderha bana, kükremeye benzeyen kahkahasının ardınadan.
“Derdinin sebebi benim ama çaresi sensin. Sana istediğini vereceğim ama evvela bana istediklerimi vereceksin.”
Bakışlarımı gözlerinden çekmiyordum. Sivri ve uzun dişlerinin arasından, iri burun deliklerinden dumanlar çıkmaya başladı. Gözlerini kısıp tısladı. Kıpırdamıyordum. Bu beyhude ama kararlı duruş sinirlendiriyordu onu. Varlığımın her bir zerresi korkudan titriyor ama belli etmiyordum. Bir harbin tam ortasındaydım ve bu sıcaklık silahlarımı eritse de cesaretimi eritemiyordu.
“Onu almadan gitmeyeceğim.”
“Söylediklerimi yapmazsan onu sana vermeyeceğim.”
Gün boyunca uyuyup nefes nefese ve kendi terimde boğulur bir halde uyandım geceye. İlk çeyreği bitmemişken henüz, müthiş bir bitkinlikle ömrümün çeyreğini bırakmıştım yakamı haftalardır bırakmayan bu kabusa. Huzurlu bir uyku çekemiyor, odaklanamıyor, başladığım hiçbir işi nihayete erdiremiyordum. Zaman da eşya da sanki tersine işliyordu. Şimdi uyumayı beklemek için alarmın çalmasını duymam, güneşin doğmasını beklemem gerekecekti.
İştahım yoktu. Bir şeyler yiyerek de zaman kaybetmek istemediğim için yatağımdan hızlıca kalkıp atölyeme geçtim. Lambamı yakıp masama oturdum. Özenle açtığım kamışları hokkaya batırdım, yumurta akı ve şapla aharlayıp kahveyle sararttığım kağıtlara meşke başladım. Birden avuçlarım yanmaya başladı. Parmak uçlarımın alev topu tutan mancınıklara benzediğini fark ettim. Yüreklerin demine düşürecek zamanı bildiğimi… Akıl kalması mı, aklın alınması mı; tercih benimdi. Ben düşmezdim. Düşeceğimi düşünmez, aklımı da bırakmazdım böyle ihtimallerde. Yaptığım işi kusursuz yapardım. Tahayyül eder, demlenir, uzun uzun iç çeker, nefes almayı unutarak odaklanır ve öyle dokundururdum kamışımı kâğıtlara. Harflerin istifini kimseye benzetmezdim. Her eserim yerdeki ve gökteki her şey kadar eşsiz olsun isterdim. Maharet benim, istidat benim, zarif ve latif nakışlar benimdi. Beni kibirli ve geçimsiz sandıkları, kıymetimi bilemedikleri için kabahat onlarındı. Onların mıydı? Öyle mi sanıyorlardı beni? Öyle miydim yoksa kıskandıkları için mi tahammül edilemezdim nazarlarında?
Vakit tamam oldu, emeklerim meyve verdi, İstanbul’un en kabiliyetli hattatı oldum. Hey gidi… O melun kabuslar canımın ziyaretine geldiği güne kadar ben, o melun, o nasipsiz güne kadar parmakla gösterilir, saraya davet edilmesem dahi dükkanıma gelen kalfalardan hanımzadelerin istedikleri üslubu dikkatlice dinler, örneğini verdiğim is mürekkeplerinden beğendikleriyle, istedikleri yazıyı istifler-dim. Kalemi elime aldırmayan o kabuslar zir ü zeber etti beni. Zir ü zeber etti. Zir…
Zzııııııırrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr zıııııııırrrrrrrrrı zıııııııııızrrrrrrrr… Alarmı duyar duymaz derin bir uykuya daldım.
“Hem gün ışığını hem de gece uykularımı alıkoyma artık!”
“Derdinin sebebi benim ama çaresi sensin. Sana istediğini vereceğim ama evvela bana istediklerimi vereceksin.”
“Ne istersin?”
“ Ruhun sesi aşkın akacak. Kısas bürümeyecek incecik bileğini. Geçerken çarptığın kayalıklardan dahi özür dileyecek, kibrini yenecek, incitenden incinmeyeceksin.”
“Sonra ne olacak?”
“Asırlardır koruduğum Mavi Fesleğen senin olacak.”
Derisi her biri jilet keskinliğinde milyon mürekkep pulla kaplı ejderha, kuyruğuyla yüzüme çarptığı gibi uyandım. Korkudan dilimi ısırmış olacağım ki ağzımda kan tadı vardı. Çaresizlik içinde ve ne yapacağımı bilemez bir halde kalkıp yüzümü ve kafamı buz gibi suyla yıkadım. Bir günün üçte ikisini uyuyarak geçirmeme rağmen yorgundum. Önümde bitmek bilmeyen celi sülüs levhalar, aklımda ejderhanın istedikleriyle ilgili onlarca soru vardı. Çalışmak için masama oturduğumda ise vücudumdaki tüm kaslarımın hamur kıvamına geldiğinden artık emindim. Beynim de kaslarımdan farklı değildi. Tüm harfleri teşrifata uygun dizsem de vav, fe, ye, he harfleri sığmıyordu. Odaklanamıyordum. Bu kabusun bir sonu, bu halin bir çaresi mutlaka olmalıydı. Kendimi delirme eşiğinde olmadığıma ikna etme zamanım gelmiş hatta geçmekteydi. Bir hışımla dışarı attım kendimi.
Günahlarımın ağırlığı bileğime yük olup kalemleri varlığıma küstüredursun, nereye gittiğimi bilmeden saatlerce yürüten bu derdin bir sebebi olmalıydı. İmtihanımsa başım üstüneydi. Halimi anlayıp bana yol gösterecek yegane kişi ustamdı ve onu bulmak için heybemi omzuma asıp yollara revan oldum. Gün ve geceyi unutarak durmadan yürüdüm ve sonunda ustamın doğup büyüdüğü (…) şehrine ulaştım. Sordum soruşturdum, evini buldum. Kendisini icazetimi aldıktan sonra bir daha hiç görmemiştim ki bu da on beş yıla tekabül ediyordu. Ölüm döşeğinde olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini söylediler. Aldırmadım. Ne zaman kalemi elime alsam bir canavara ve rüyalarıma hapistim. Ne canavarın benden ne istediğini anlayabiliyordum ne de ondan ne istediğimi. Ustam anlardı.
Müsaademi aldım, usulca başucuna oturdum. Uyuyordu. Gözlerimi masasının üzerinde şimşir ağacından düzgün satıh bir açkı tahtasına çevirdim. Bir dizi ham kağıt, sağlam iğneler, çeşit çeşit makta ve akik mühre… Bu nasıl olurdu? Ustam hiçbir eserini kopya etmezdi. Bunun ayıp olduğunu ve asla talebelerine öğretmeyeceğini de her defasında yinelerdi. Duvarda divâni uslüp istiflenmiş ve müzehhiblerce masmavi fesleğen motifleriyle süslenmiş onlarca “vefa ya hu” asılıydı. Eserlere değil, çocukluğuma dalacaktım ve talebelik yıllarım birbiri ardına gözlerimin önünden geçmeye başladı.
Uyandığında ustamın bir deri bir kemik kalmış ellerine sarıldım. Nefes almada zorlandığı için söyledikleri zor anlaşılıyordu.
“Neredeydin onca zamandır?”
Sustum. Bütün özür, minnet ve teşekkürler dikenli tel yumakları halinde düğümlenip her yutkunuşumda evvela boğazımdan aşağı sarkıtılıyor, sonra bir anda yukarı çekilerek acımasızca ruhumu ve tenimi lime lime ediyordu. Gördüğüm onlarca aynı şey kibrimi acımasızca eziyor, parmak uçlarıma irili ufaklı alev topları iliştiriyor ve vefasızlığımı ejderhanın kuyruğunu yüzüme indirdiği şiddet ve sıklıkta vurmaya devam ediyordu. Tüm cesaretimi toplayarak halimi kısaca anlattım.
“Onu almadan gitmeyeceğim usta.”
“Söylediklerimi yapmazsan onu sana vermeyeceğim evlat.”
“Hazırım usta. Her şeyi öğrettiğin gibi bunu da öğret.”
Hafifçe doğrulup feri kalmamış gözlerini gözlerime kilitledi.
“Masama otur. Tarif ettiğim şekilde “vefa ya hu” yazacak ve yüz kopyasını çıkarıp yüz ayrı han ve dergaha asacaksın.”
Besmele çekip yazmaya başladım. Satranç usulüyle altmış dört kat büyüttüm. Ustam nasıl yapacağımı tarif ederken ben de eserin yüz ayrı nüshasını çıkarmak için kalıplar hazırlıyordum. Harflerin kıyılarına muntazam ve sık bir şekilde vurduğum iğnelerin her biri sanki tenime batıyordu. Delinmiş kalıpların üzerine incecik dövülmüş söğüt kömürü tozu gezdirip kopyayı çıkarırken ellerim sanki alev alıyordu.
Sürekli aynı işi yapmak benliğimi iyice ufaltıp yok etmeye başladığında, adımı unutmaya başladığımda, mevsim değişip de kiraz çiçekleri dökülmeye başladığında, ustamın toprağına ektiğim susamlar açmaya başladığında yüz eser de hitama ermişti. Vasiyetini yerine getirmek üzere şehirden ayrılıp gördüğüm ilk hana adımımı attım.
“Hoş geldin efendi, şöyle geç hele.” dedi hancı. Köşede birbirinden güzel peşrev ve saz semaileri icra eden takımın yanına iliştim.
“Usul, sofyan olsun kudümzen. Hanende de hüzzam başlayıp sildim sandığım derdin nüksü gibi karar kılsın, bitirsin. Zahmetim budur, dahasını istemem.”
“Şişem dolar mı gün ağarana, taş çatlayana dek, bilmem. Gecemi hilalden başka aydınlatan olmasın. Işığı vurduğu kadar aharlı kağıtlarıma, benliğimin ölümünü yazacağım. Kurumuş da olsa bir hokka, ucu kırık da olsa kamışın var mı hancı? Düşmüş heybemden. Yok dersen gözlerimi kapayıp, yazar gibi yapacağım.”