Emek

Büşra Yücedağ

Buraya kadar boşuna gelmişsin dedi ejderha bana, kükremeye benzeyen kahkahasının ardından.

Ve devam etti kalbini göstererek: “Aradığın ses ben değilim, aradığın ses tam da buranda.” Yüzündeki kahkahanın izleri silinmemişti daha kocaman ağzından ama Nasır’ın gözünün önünden silinmişti bile yüce Ejder'in silüeti.

Ailesine dair bildiği tek şey onların yokluklarıydı. Nasır beş yaşına gelmezden evvel onların izini çoktan kaybetmişti bile. Nasıl olduğunu kendisi de bilmiyordu. Akıl baliğ oluncaya dek de hiç sormadı zaten. O zamana geldiğinde bile hatırladıkları silik silikti. Kendisini koltuğunun altına torbalayıvermişti birisi, anımsadığı bütün hatıra bundan ibaretti. Sonrası sofraya bir tabak, bir çatal, bir lokma ekmek daha konarak beslenmişti birileri tarafından. Sonradan öğrenecekti onların kendisine evlerini neden açtıklarını da. Nasır, Elfiye sokaklarında yuvarlanmıştı otuz sene boyunca. Küçük bir çocukken yırtık kıyafetlerinden sebep mahallelerinde dışlanmıştı da hep. “Geda” demişlerdi ona. Ne demek olduğunu hayatının kaymaya başladığı gün anlayacaktı. Otuzundan gün almasına az kala dilenip, kazandığını(!) getirdiği evin merdivenine çöktü. Serde delikanlılık vardı, başını sokacak bir ev de bulmalıydı. Böyle bilmediği aralıklarda sığıntı gibi yaşamak canına tak etmişti. Bir çare diye düşünmek derdindeyken, düşüncelerine mukabil o evi de görünce kafasında kurmaya başladı her şeyi. Son kez üstünden geçip kafasında kurduklarını gerçekleştirmenin tam vaktiydi. Niyeti bütün çocukluğunu ve hatta gençliğini o topraklara gömebilmekti. Koca bir adam ilan etti kendini o gün. Çünkü inancı ve iradesi berk bir gencin kendi ayakları üzerinde durabilmesi gerektiğini öğütlüyordu Kutbuejder ona.

Hayatının değişeceğini düşünmek bile onu heyecanlandırmaya yetiyordu. Üstüne az yırtık kıyafetlerini geçirdi hızla. Krokisini daha önceden çıkarmış olduğu yüksek duvarlı o eve doğru yaklaştı. Vali beyin eviydi burası. Ne kadar güvenlik tedbiri olursa olsun hepsini bertaraf edebilecek kadar vakıftı eve. Köpeklerinin geçip çıkabilmesi için demir kapıya yapmış oldukları o bölmeden girecekti. Zaten bedeni bunu sağlayabilecek kadar ufak ve çelimsizdi. Kapıdan girdi ve hızla koşarak ilk ağacın arkasına sindi. Burada güvendeydi, soluklanmaya da vakit bulmuştu ama ona bir şey panik yaptıracaksa muhakkak ki ağzında atıp duran kalbi olurdu bu. İlk güvenlik bariyerini atlatmanın sevinciyle yüksek duvarın dibine doğru koştu. Arkadan dolaşmalıydı ki fark edilmesin. Burdan ötesi en kolay kısımdı, biraz sakinlese iyi olacaktı. Burada azıcık beklemeye dururken yüce Ejder’e dilekte bulunmayı da ihmal etmedi. “Eğer bu soygunu tamamlayabilirsem senin için on timsah kurban edeceğim.” -Timsah, inancına göre etinin yenmesi en makbul olan hayvandı.- Bir hamle daha yapıp arka kapıya kadar müthiş bir hızla koştu. Artık kapının önündeydi. Elindeki çengeli kapının diline geçirmişti ki…

“ZIRRRRRRRRRRRRRRR…!”

Uzunca kulağında çınlayan bir alarm ve ense…

Hesaba katması gereken yegane şeyi nasıl unuturdu aklı almıyordu. Olan bir şekilde olmuştu ve hayatının geri kalanı için de umudu kalmamıştı artık Nasır’ın.

Sonrası gözünü işte burada açtı. Boynuna suçlu olduğunu tescillediğini düşündüğü bir kolye taktılar girmeden ve hücresine tıktılar. İşte layık olduğu yerde, hapisteydi artık. Düşünmek ve dua etmek için epeyce vakti vardı burada. Yere boylu boyunca uzandı tüm yorgunluğu üzerinden atabilmek için. Ve yalvarmaya başladı yüce Ejder’e. Nasıl olmuş da bu hale gelmişti. Gözü nasıl bu kadar kararmıştı bu düşüncelerle. Yüce Ejder ona yardım etsindi. Yoksa burada önce delirir sonra da ölürdü şüphesiz. Belki bir belki üç saat boyunca yalvardı. O sırada duvara iliştirilmiş not kağıdını gördü. Kağıtta şöyle yazıyordu:

“Boynunuza asmış olduğumuz bu kolyenin içini açmayı akıl edemeyeceğinizi tahmin ettiğimizden sırrı buraya yazmak istedik. Sizi buraya tıkarken söylemedik çünkü bu sizin için oldukça kolay olacaktı. En azından mesaja ulaşabilmek için bir gayret göstermenizi istedik. Bulunduğunuz hücre yalnızca hırsızlara ayrılmış olan bir hücre. Sizler, emek etmeyi sevmediğiniz için buradasınız. Biz de size emek etmeyi öğretmek için varız. Şimdi kolyeyi açın ve içindeki fesleğen tohumunu çıkarın. O tohum filiz verdiği gün mahkumiyetiniz son bulmuş olacak.”

Söylenilenleri sırayla yaptı Nasır. Betonu tırnağıyla, dişiyle kazdı. Seneler sürdü ama toprağa ulaşmaya muvaffak oldu. Tohumu alıp ekti. Damağı kuruyuncaya dek tükürdü toprağa: İşte can suyu.

Bekledi.

Bekledi.

Bekledi.

Üç ayın sonunda fesleğen filiz verdi. Bu daha önce hiç tatmadığı bir duyguydu. Başarı, minnet, gayret hepsi bir aradaydı. O kadar sevinçliydi ki yüce Ejder’e sunduğu şükranlar koridorun öbür ucundaki muhafıza kadar ulaştı. Koşarak kendisine doğru gelen muhafıza:

“Baksana fesleğenim filiz verdi. Şşşşşt sessiz ol! Kokuyu alıyor musun? Ben yaptım işte ben yaptım! Yüce Ejder yüzüme güldü ve bu fesleğen filiz verdi. Çabuk bana su getir şimdi. Su, daha çok su istiyorum!”

Emek edip başarmanın hazzı onu çıldırtacak kadar mutlu etmişti. Fesleğenin filiz vermesini öyle uzun süre bekledi ki hapisten çıkacağı bile aklından uçup gitmişti, taa ki muhafız kapıyı açana kadar. Su beklerken beklediğinden çok daha fazlasını bulmuştu. Eğildi, fesleğenini öptü. Elini kalbine koydu ve yüce Ejder’e şükranlarını sundu.

-SON-