Üç Saliselik Eşik

Emine Genç

“Buraya kadar boşuna gelmişsin” dedi ejderha bana, kükremeye benzeyen kahkahasının ardından. Elin ejderhasının sözlerine güvenecek değildim öte yandan ona güvenmekten başka çarem de yoktu. “Peki” dedim, “o zaman nasıl olacak da ben burada kalacağım?”. Derin bir nefes aldı ejderha “fesleğen, fesleğenin sırrını keşfettiğinde”. Nefesini verirken çıkan kıvılcımlardan biri sol elimin serçe parmağının ikici boğumuna imzasını atmıştı.

“Dıırtt dııtt”. Gözlerimi açtığımda yine aynı yerde, koğuştayım. Her seferinde tam vaktinde çalıyor bu alarm. Kardeşim bir izin ver bize de biraz konuşalım ejderhayla, öyle değil mi? Hem üç saliselik alarm mı olurmuş. Allah’tan oradaki zamanla buradaki zaman birbirine eşit değil de gittiğimden az buçuk bir şey anlayabiliyorum ama yine de yetmiyor işte. Ab-ı hayatın sırrını keşfetmeye ramak kalmışken hoop başa dönüyoruz. Yoksa bu sır bende açığa çıkmayacak mı? Yok ya öyle olsa bu mübarek alarm gelip beni bulmazdı.

Sabri dayı elinde haydar beni izliyordu. Haydar, Sabri dayının bastonu,ben hiç ayrı dolaştıklarını görmedim.“Ömer oğlum hayrolsun, yine ne gördün rüyanda?” Sabri dayı, koğuşumuzun abisiydi. Her gelen gider Sabri dayı hep burada kalırdı. Ne zaman gelmiş niçin gelmiş bilinmezdi. Herkesin hapishane bellediği bu dört duvar onun hanesiydi, benimse hürriyet eşiğim. kimse bana inanmıyordu tabii. Onlara göre ben rüyalar gören Kırklık Ömer’dim. Ne için çabaladığımı kimseye anlatamasam da Sabri Dayı biliyordu. Ben anlatmamıştım ama biliyordu. Bildiğini söylememişti ama biliyordu, biliyordum. üzgün gözlerle sabri dayıya baktım.

“Ey gidi aslanım Ömer, bu sefer de olmadı ha.”

“Şu alarm öyle bir şey ki Sabri dayı, hem eşiğim hem ipim, tam ej..”

“Anlatma oğlum anlatma, senin gözünün gördüğü hakikat bakarsın benim için kördüğüm olur”

“Sabri dayı, sırları aydınlığa kavuşturacak bir ışık biliyor musun, bu hapishanede önümü aydınlatacak bir fener?”

“Sırların karanlıkta olduğundan bu kadar eminsin yani, belki de ışıktır seni kör eden.”

Koskoca koğuşta bana inanan bir Sabri dayı vardı. Hoş o herkesin dilinden anlardı.

“Ömeer! Tavşan kanı çay var, ister misin? Çook uzaklardan geldin iyi gelir ahahah”

Bana seslenen hayırsız, koğuşun çaycısı Erzurumlu Şakir. Diğerleri gibi o da bana inanmıyor. İnanmazlarsa inanmasınlar. Onlar bu dünyaya sıkışmış garipler. Ben biliyorum ya hakikati o yeter. Ama yine de bir kanıt bulabilsem, göstersem onlara. Ama ne olabilir? Bir yeşillik koparsam uyandığımda elim boş kalıyor. Oranın varlığı bir tek zihnimde, onu da gösteremiyorum. Dur aha da buldum. Ejderhanın attığı imza. Ee hani nerede? Parmaklarım da hiç yara bere yok. Yaralarım bile orada kalıyor demek. Amaan bana ne.

İyice bozulan moralimle parmaklıkların kenarına bize umut olmak için gelen yeşillerin yanına gittim. “ Oo yeşil hanım siz yoksa çiçek mi açacaksınız? Bir güzellik var sizde. Efendiim, dünkü yağmura teşekkür edeyim o zaman, madem sizi böyle güzelleştirmiş. Siz nasılsınız beyefendi, teşekkürler ben de iyiyim, bugünümüze şükür. Yalnız bir sorum var belki siz bilirsiniz, nasıl olsa akraba sayılırsınız.biliyor musunuz fesleğenin sırrını, tanıyor musunuz onu?”

Neden cevap vermiyorsunuz? Peki tamam, siz de yalnız bırakın beni. Efendim, çok mu konuşuyorum, dinlemeyi öğreneyim, öyle mi? İyi de kimi?”

Yeşillerin cevaplarını duymak için kulaklarımı dört açmışken Sabri dayının sesini geldi kulağıma.

“..işte o küçücük kayık, dalgalarda tıngır mıngır bizi bir kıyıya bıraktı. Neredeydik bilmem, insanlar bildikleri tüm renkleri taşımaya yeminli rengarenk giyinmiş, duydukları tüm ritimlere can vermiş, raks ediyorlardı. Yürümeye başladık haydar’la. Dillerini bilmezdik ama ne söylediklerini anlıyorduk.

Ben diyeyim beş, siz deyin on beş yıl dur demeden yürüdük. Gele gele kurdun kuzuyla dost olduğu, maymunun muzu beğenmez olduğu bir ormana geldik. Bizi gören hüdhüdler hemen Vefika’ya haber verdiler. Kulakları çınlasın Vefika, bizim Şivanın kızı, ormanın sultanıydı. Vefika’nın gönlü çiçek bahçesi, bizi görünce hemen düğününe davet etti. Gittik gitmesine ama benim gözüm damadı pek tutmadı, adı Kalender gibi bir şey, meymenetsizin tekiydi. Neyse ölünün arkasından kötü konuşmayayım, bizim gönlü çiçek bahçesi sultanımız çok aşık, ses etmedik, pastamızı yedik, tebriğimizi ettik. Biz sustuk susmasına ama sultanın pederi, yüce padişah Veysi geldi, düğünü bastı. Vefika aşık, babasına karşı çıktı. Etme baba, yapma baba derken, Veysi Kalender’e bir kılıç sallamasın mı? Bunu gören Vefika tam kılıcına davrandığında.. Şaakir evladım bir tavşan kanı getir, dilimiz damağımız kurudu.”

Kesilen sadece Kalender değildi, koğuş da buz kesmiş, herkes sus pus olmuştu. Sabri abi çayından güzel bir yudum aldı, haydarı okşadı, gördüğü tüm gözleri dolaştı, sabırları yokladı ve anlatmaya devam etti.

“..kılıcın kınından çıkmasıyla herkesi kör eden bir şimşeğin çakması bir oldu. Ey gidi Vefika, ataya karşı gelinir mi cezanı bulursun elbet. Aşık sultanımız oracıkta yeşillerin arasına karışıverdi. O günden sonra kim ki onu sevse, başını okşasa, gönlündeki çiçek bahçesinin kokusunu duyar oldu.”

Sabri dayı hikayeleriyle kimin gönlünü aydınlatır bilinmez, yine de hepimiz pür dikkat onu dinlerdik. Hoş belki de herkes anladığıyla aydınlanır, hissesine düşeni alırdı. Ben de bu hikayedeki hissemi bulmaya çalışırken birden, sol elimin serçe parmağının ikinci boğumunda bir acı hissettim. O anda tüm ışıklar söndü, karanlığın içinden aydınlanan, yalnızca alarmımdı.

Hem eşiğim hem ipim olan alarmım beni bekler vaziyette öylece duruyordu. en fazla üç salise kurulan eşiği kurdum ve iplerin beni çekmemesini umarak gözlerimi yumdum.

Ejderhanın kükremeye benzeyen kahkahasıyla gözlerimi açtığımda sırrı keşfettiğimi anlamıştım. “Vefikanın sevgisiydi fesleğenin sırrı. Burada kalıp hür olabilmem için seni yenebilmem gerekti. Yenebilmek içinse sevebilmem gerekiyor. Ama seni seversem yenmek ister miyim sevdiğimi?”

“Hürlüğün bizzat kendisi sevmekti oysa bunu anlamıyorsun” dedi ejderha hırıltıyla. “Seni hür eden bu sır beni mahkum etti, kördüğümle buraya hapsetti.”

Ne demekti bu? Böyle bir yer, ab-ı hayatın kaynağı bu cennet köşesi mahkumiyet makamı olabilir mi hiç?

“...senin gözünün gördüğü hakikat bakarsın benim için kördüğüm olur…”

Not: fesleğen kelimesini okuduğumda onun mitolojideki karşılığını yazmak istedim. Kendimce yapmaya çalıştığım kurguda kendine, öykünün içinde öykü olarak yer buldu :) Gelin görün ki hikaye kendi sonunu bir türlü bulamadı. Hikayenin sonunda “bir şeyin değeri, kendisinden midir, yoksa muhatabından mı kaynaklanır?” alt metnini vermeye çalışacaktım. Ama bir türlü devamını yazamadım, vakitsizlikten değil ama bir yazar olarak ilhamımı kaybettim diyelim :)

Sonu gelmemesinin sebebi, yazıyı tam da istediği şekilde ilerletemem olabilir. Böyle yarım bir hikaye için özür diliyorum. Bu,benim için farklı bir tecrübe olduğu için öykümü paylaşıyorum.

Fesleğenin orijinal mitolojisini merak edip okumak isteyen olursa diye link bırakıyorum. https://hindistanadair.blogspot.com/2018/04/tulasi-devi-bir-tanrcann-feslegene.html