Fesleğen Kokusu

Özge Korkmaz

Cellat uyandı yatağında bir gece

"Tanrım" dedi, bu ne zor bilmece

Öldürdükçe çoğalıyor adamlar

Ben tükenmekteyim öldürdükçe

Ataol Behramoğlu

Gecenin ağırlığından kurtulup sabaha vardım. Saat beşe geliyordu, ezan okununca anladım. Bir ürperti gibi geçti kulaklarımdan o sabah. Oysa ben bu vakitlere alışkındım. Uyuyamadığım üçüncü geceydi. Pencereyi açıp hava almak istediğimde sanki bir fesleğen kokusu genzimi tıkadı. Boğulacak gibi oldum. Oysa ben alışkındım bir gün doğarken başka bir günü yitirmeye. Neyin nesiydi bu ciğerlerimi patlatmak istercesine uygulanan basınç? Nefes almak hiç bu kadar zor gelmedi daha önce. Bir çift gözün etkisi altındaydım. Kucağındaki saksıya bakıyordu hala, sanki karşımdaydı. Gülmeseydi keşke ya da ben görmeseydim öyle güldüğünü. Ertesi gün o gülüşü söndürdüğümü. Kafamı yastığa koydum ama gözlerimi kapatmadım.

Ben daha önce kaç kez yaptım bu işi, hiç saymadım. Üzüldüm mü peki? Belki ilk başlarda biraz. Sonraları sıradan ve rutinleşmiş bir iş gibi, yemek yemek, su içmek gibi, her gün aynada kendine bir kez olsun bakmak gibi kolaylıkla bunu yapmaya devam ettim. İnsanların görmeye dayanamayacağı bir şeydi bu, benimse görmeden yapamayacağım. Bir çocuğum olsaydı şu hayatta, buna imkân verilseydi eğer böyle mi olurdu? Bunu ilk kez dün sorguladım. Babası hapse düştüğünde gördüm onu. Çok küçük bir kız çocuğuydu, iki yaşında ya vardı ya yoktu. Annesiyle birlikte bir saksıya ektikleri fesleğeni getirdiler. Tüm bunlar olup biterken ben uzaktan izlemekle meşguldüm. İri gözleri vardı. Saçlarını iki yandan toplamışlar, üzerine ise gök mavisi bir elbise giydirmişlerdi. Başlı başına öyle umut doluydu ki, onu gören özgür olduğuna belki bir an olsun inanabilirdi. Saksıda top gibi bir fesleğen. Eğilip kokluyordu onu sürekli. Babasını gördüğünde yüzünde oluşan o heyecanı hatırlıyorum. Bir de fesleğeni verdiğini. Yeni yeni konuşmaya başladığı belliydi. Anlatabildiği kadar anlatmaya çalışıyordu. Tahminimce “Bunu senin için ektik annemle. Bizi özledikçe onu kokla, onu büyüt. Sonra onunla birlikte seni almaya geleceğiz.” diyordu. Babasının kucağından hiç inmiyor, görüşemedikleri zaman içerisinde sanki tüm ilginç olaylar kendi başına gelmiş gibi anlatıyordu. Sabahları uykunun en tatlı geldiği vakitlerde çalmaya başlayan bir alarm gibi, gardiyanlar yersiz sesleri ile bağırmaya başladılar. Görüş saati bitti, fesleğen verildi. “Yine geleceğiz baba.” dedi küçük kız giderken. Babası yalvar yakar, kırk kere kontrol edildikten sonra zorla aldırdı içeriye saksıyı.

Üç gün önce infaz kararında onun ismini gördüğümde o bir çift göz yine aklıma düştü. Kaç yıl öncesine aitti bu görüntü? Mahkûm, geldiği ilk günden beri “Ben yapmadım!” diye haykırıyordu. Yanında çalıştığı adamı öldürmüş, öyle duydum. Hem de normal bir ölüm değil, akla hayale sığmayan ne işkenceler. Benim aklıma da hayalime de sığıyordu. Çünkü onların gayrimeşru yollarla yaptıklarını ben meşru şekilde yapıyordum. Deliller vardı hakkında, şahitler de. Ama bana cinayet işlemiş gibi gelmiyordu. Yüzünde söylediklerini doğrulayan bir ifade vardı sanki. Önünde tavuk kesilse korkacak bir adamdı bu. Onca yıl geçmiş, insan haklılığını haykırmaktan yorulur. O yorulmadı. Her şey çok hızlı oldu. Karar okundu, son sözü soruldu. Ağladığını gördüm. Muhtemel bir detaydı bu. Sonra “Kızımı görmek istiyorum.” dedi. İşte o gün yıllar sonra ben de tekrar gördüm. Yedi sekiz yaşlarında iri gözlü, değirmi yüzlü bir kız. Müdürün odasına aldılar annesiyle birlikte. Kadın ağlıyordu. Bunu kızına belli etmemeye çalışarak. Babasını görünce koşup sarıldı. O an tekrar sorguladım. Bir çocuğum olsaydı, benim için yine böyle kolay mı olurdu? Alışkın olmadığım duyguların içine soktu beni bir çift göz. Alışkın olduğum bir duygu da yoktu.

“Bunu niye getirdin baba?” diye sordu, masada duran saksıya bakarak. “Yoksa artık eve mi dönüyoruz?” Aynı cümle iki farklı insanda ne kadar zıt duygular uyandırabilir o gün gördüm. Mutluluk ve hüzün. Umut ve çaresizlik. “Ben bakamıyorum buna artık, kaldığım yer eskisi kadar güneş almıyor.” dedi adam. Bu cümlenin gerçeklik payı kadını daha da ağlattı. “Siz götürün şimdi, ben gelene kadar evde büyüsün.” Bu sefer bir duygu baskın geldi ve öbürünü tesiri altına aldı. Artık her ikisinde de çaresizlik. Vedalaşıp sıradan bir görüş gününü daha geride bırakır gibi gittiler. Giderlerken kadının kamburunu çıkardı artık hem anne hem baba olmak yükü. Kız son kez sarıldığını bilmeden babasına, fesleğeni kokladı. “Anne bunu güneş alan bir yere koyalım.”

Sabaha doğru hapishanenin arka bahçesine kuruldu darağacı. “İnsanların evlerinde derin sessizlikler içinde uyuduğu şu saatlerde ben neden buradayım?” diye sordum kendi kendime. Bunu ilk soruşum muydu? Hatırlayamadım. Boynunda asılı bir kağıtla getirdiler. Her şey yine çok hızlı oldu. Gözleri babasının gözlerine benziyordu. Şimdi o gözlerdeki çaresizlik yerini kararlı bakışlara bırakmış gibiydi. “Ben doğruyu söyledim.” dedi. “Adaletiniz sizi elbet bir gün haksız çıkaracak.” O bunları söylerken ben, kafasını çoktan ipe geçirmiştim. Kafamda ilk defa ardı ardına aynı soru yankılanıyordu. “Ben neden buradayım? Günün birinde Eyüp’e gömülmek için mi? Yazısız bir taşın altında kaç sehpa devirdiğimi saymak için mi?” Ben bunları düşünürken oldu her şey. Dedim ya, benim için yemek yemek, su içmek kadar doğaldı süreç. Bir süre sonra hareketlendiklerini gördüm diğer insanların. Doktor bir şeyler söyledi, katip yazdı. Bense sehpayı ne zaman tekmelediğimi hatırlayamadım ama genzimi yakan fesleğen kokusunu hiç unutmadım.