Kronos'un Kaybedişi, Ejderha ve Kız

Esra Erman

Kelimeler: Fesleğen- Alarm- Hapis

Ek zorluk* kullanılmıştır.

Kronos’un kaybedişi, Ejderha ve Kız

sena hendem’e

Buraya kadar boşuna gelmişsin dedi Ejderha, kükremeye benzeyen kahkahasının ardından.* Kurulduğu tahtında mağrur bakışlarla süzüyordu beni. Peki dedim sen bilirsin. Döndüm arkamı, her seferinde daha garip bulduğum bu devasa sarayı terk etmeden önce durdum belki gitme der diye. Demedi. Gittim. Eşikten geçip geri döndüm. Adım attığım an yarasaların rüzgarıyla sendeledim. Binlercesi deli bir anafora dönüşmüş uçuyordu çevremde. Yarasalar onun atıştırmalığıydı, bu kadar çoğalmalarına izin vermez, üçünübeşini tek seferde yutardı. Korktum. Karanlık, yapışkan kanatlar görüş alanımdan çekilince tahtını gördüm, karşımdaydı, tam olarak bıraktığım yerde. Bomboş! Yüzlerce yıldır terk edilmiş gibi kat kat örümcek ağlarıyla örtülmüştü. Yarasa pislikleri ve başka kim bilir neler yüzünden kesif bir koku vardı içeride. Neden terkedilmiş gibi görünüyordu bu zindan? Başına bir şey mi gelmişti? Merdiven altından uzanan kuyruğunu gördüm o sırada. Yüreğim ağzıma geldi. Gölgelerin içinde parlayan kor rengi gözlerini görünce rahatladım. Yaşıyordu. Geniş salonun en kuytu köşesine çekilmiş, koca gövdesiyle gotik tarzdaki merdivenin altına saklanmıştı. Depresyonda mıydı? Neden geldin? dedi yorgun bir sesle. Artık gülmüyordu. Yaklaştım. Basamaklarının her biri boyumu aşan, yukarısını göremediğim spiral merdivenlerin altına kadar sokuldum, yanına kadar. Kükürt kokulu nefesini duydum, sıcacık. Geleceğimi biliyordun dedim küskün gözlerine bakarak. Bin sene geçti, dedi. Çok bekledim der gibi. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı sağa sola salladım, hiç değişmeyecekti! Derin bir iç çekip yere uzanan başının yanına oturdum. Alnıyla burnunun tam ortasındaki o çukura yuva yapmış ateşten kartal havalandı ben oturunca. Geniş kanatlarının arkasından küller savurarak gidişine baktım. Ne zamandır burada saklanıyordu! Prangalarını aradı gözlerim korkuyla. Yoktu. Abartmasan mı? dedim kubbedeki kırıktan çıkıp kızıl gökyüzüne doğru yükselirken kartal. Bin sene senin için... ne bileyim. Dudak büktüm. Başını diğer tarafa çevirecek oldu, tuttum. Dokundum yüzüne. Kapattı gözlerini. Çocukluğumuzdaki gibi onu okşamama izin verdi. Senin suçun değil dedim, biliyorsun. Hadi gidelim.

Değildi. Ama o, öyle olduğuna inanmıştı bir kere. Dünyanın sonunda, tek başınaydı. Her şey ölmüştü. Yeryüzündeki bütün canlıların soyu tükenmişti. Dünya önce bir çöle, sonra kendi kendini yakıp tüketen bir cehenneme dönüşmüştü. İlk gördüğümde iliklerime kadar titremiştim. Zamanın olmadığı bu saraya kapatmıştı kendini, kefareti olduğuna inanıyordu. Onu bulduğumda söz vermiştim. Çok kötü kavga etmiştik. Gelemem demişti ben ısrar ettikçe, dinlememiştim. Çekmiştim kanadından, asılmıştım. O zaman belirmişti prangaları, kendi gözlerimle görmüştüm. Gelemem diye tekrar etmişti onları işaret ederek. Bunu kabul etmeyecektim. Bir yolunu bulacağım, söz veriyorum, seni kurtaracağım! Burada fizik kuralları farklı işliyor demişti. Kendimi buraya ben kapattım. Anla artık ve yalnız bırak beni, bunu değiştiremezsin! Değiştirebilirdim. Yalnız onun için zamanı aşıp gelmiştim. Sekizyüzonsekizbin yıl oldu demişti çırpındığımı görünce buz gibi bir sesle. Seni unuttum! Canımı yakmak istiyordu. Ben unutmadım demiştim. Bütün ağaçları denedim. Tam onyedi yıl. Onyedi yaz. İşte bak, buldum seni.

Onu ilk kez gördüğümde balkonumuzdaki bitkileri kokluyordu. O koca burnuyla birkaç saksıyı devirmişti bile. Balkona çıktığımda korktu benden, saklandı. Yedi yaşındaydım ama kumruları kaçırmamak için nasıl hareket etmem gerektiğini biliyordum. Onları devletin imkanlarıyla getirtmişti annem testler için. Ne olduğunu bilmediğim ama tanışmak için can attığım bu yaratığı görünce aynı güdüyle geri çekildim. Saklandığını sanıyordu, boynuzlarıyla kulaklarını görebiliyordum. Sürekli kıpırdıyordu kulakları, sağa sola dönüyordu. Saksıların arasında ateş gibi parlayan gözleri belirdi sonra, sonra burnu, yavaş yavaş ortaya çıktı. Gülümsedim. O da gülümsedi. Gülümserken ağzından çıkan duman yüzünden saçlarım is içinde kalmıştı. Elini ağzına kapattı gözlerini açarak, kulakları da dikilmişti bu sırada. Çok komik görünüyordu, gülmeye başladım. Kısa süren şaşkınlığının ardından o da güldü. Arkadaş olmuştuk. Yanına yaklaştım. Demirinden tutunup balkonun duvarına çıktım. Beşinci kattaki ünitemize, sadece dizlerinin üstüne oturarak yetişebiliyordu. Hayret ettim. Daha önce hiç bu kadar büyük bir hayvan görmemiştim. Fil görmüştüm, nesli tükenen bir zürafa bile görmüştüm başkentteki büyük sanatoryum parkta ama onun gibisini görmemiştim. Heyecanlanmıştım. Nesin sen diye sordum. Ayağa kalktı. Altı katlı kümemizden bile büyüktü. Ejderhayım ben dedi, sen de insansın. Ben bir kızım, dedim saçlarımı savurarak. Oğlanlara insan denir. Adım Sena. Elimi uzattım. Memnun oldum. Kanadını açtı. Açık hava basket sahamız kadar büyüktü. Memnum oldum Sena, dedi. Benim adım da Hkgürjeklmnuys. Söylemeye çalıştım, söyleyemedim. Sana Ejderha diyebilir miyim? dedim. Başını öne arkaya sallayarak gülümsedi. Boynunun etrafındaki minik kanatlar açılıp kapandı böyle yaparken. Demirden tutunarak kanadına çıktım. Beni sırtındaki çıkıntıların arasına oturttu. Uçmak ister misin? diye sordu. Annemden izin almadan uçamam ki dedim. Üzüldü. Bıraktı beni balkona. Gitti sonra başka bir şey demeden. Görüşürüz diye bağırdım arkasından birkaç kere. En uzaktaki güneş santrallerinin üstünde gözden kaybolana kadar bağırdım. Cevap vermedi.

Bütün yaz balkonda bekledim. Sonbahar geldi. Eve kapandık. Yağmurları seyrettim pencerelerin ardından. Kış geldi. Kar yağdı. Buğulanan camları silip gri gökyüzüne baktım. Onun kanatları da acır mıydı karın, yağmurun altında? Yıllar geçti. Camlar eskidi asit yağmurlarından. Ondan bahsetmeyi bıraktım sonunda, onu düşünmeyi... Beşinci ilkbahar geçip yağışlar dindiğinde, camlar kapılar açıldığında unutmaya da başlamıştım. Annemin, küçükken hayali bir ejderha arkadaşın vardı sözlerine bile inanmıştım.

Ama geldi. Yine balkondaydı, yine burnu fesleğenlerin arasında. Onu görür görmez koştum balkona. Annemden izin almadan gelebilirim seninle dedim bir çırpıda. Tamam dedi. Açtı kanadını. Çıktım. Tırmandım sırtına. Havalandık. Gözlerimi açamıyordum. Rüzgar doluyordu içine, sulanıyordu. Ağzımı açıp bir şey söyleyemiyordum, ağzıma doluyordu rüzgar, yanaklarımı şişiriyordu. Dimdik yükseldi sonra birden, ok gibi göğe çıktık bulutların arasından. Durdu o zaman. Hayatımda hiç bu kadar güzel bir manzara görmemiştim. Uçağa bindiğimde görüyordum ama böyle değil, bu çok güzeldi. Mutluydum. Başını çevirip bana baktı, o da mutluydu, anlamıştım. Neden gittin? diye sordum. Cevap vermedi. Çok bekledim seni dedim. Biliyorum dedi, bir daha seni bırakmayacağım. Sarıldım ona. Ben de dedim.

Çok mutluydum, her gün uçuyorduk. Annem bütün gün laboratuvardaydı. Yerleşim kubbelerinden uzak duruyorduk kimse görmesin diye, ansızın yağmur yağacak olsa kanadının altına alıyordu beni. Hikayeler anlatıyordu. Ben de ona anlatıyordum bazen hiç susmadan. Annemin çalışmalarını, gelecekteki güzel dünyamızı, birlikte denize bile girebileceğimizi, yağmurda ıslanabileceğimizi söylüyordum. Ben hiç denize girmedim demişti birgün, güneş pırıl pırıl parlıyordu, neredeyse hiç bulut yoktu aşağıda. Senin dünyan da zehirli mi? dedim. Başını salladı sağa sola. Benim dünyamda deniz yok dedi. Nerede yaşıyorsun ki? diye sordum. Gök ülkesinde dedi, biraz düşünceliydi. Neredeydi bu ülke? Çok daha yüksekte miydi? Güneş kadar, ay kadar uzakta mı? Beni de götürür müsün? dedim. Tamam dedi. Sıkı tutun. Dalışa geçti. Sımsıkı kapattım gözlerimi, sımsıkı sarıldım. İndik. İndik. İndik. Saçlarım kabarmıştı. Ağzım burnum donmuştu. Ellerim uyuşmuştu. Yemyeşil, çok güzel bir tepeye indik. Tepenin üstünde çok güzel bir ağaç vardı. Fotoğraflarda gördüklerimden bile daha güzeldi. Annem görseydi bu ağacı! Annemi de getirebilir miyiz? dedim. İsterse getiririz dedi.

Annem botanikçiydi. Gezegenin toprağını iyileştirmek için ekibiyle birlikte sürekli çalışıyorlardı çünkü dünyamız ölüyordu. Önce sular sonra toprak kirlenmişti. Toprağı temizleyebilirsek, su da temizlenecekti. Yiyecek sıkıntısı çekmeyecektik o zaman, herkese evlenme ve çocuk sahibi olma izni verilecekti, eskisi gibi kalabalık olacaktı dünya. Eskisi gibi olacaktı her şey. Eskiyi bilmiyorduk biz, annem de bilmiyordu, onun annesi de. Ama herkes bilirdi de eskiyi, öğrenirdi daha ilk sınıfta. Annem ve ekibi kurdukları laboratuvarlardaki toprağı iyileştirmeyi başarmışlardı. Fesleğenler toprağı temizliyorlardı. Bu laboratuvarların sayısını arttırabilirsek, başaracaktık. Zaman gerekiyordu bunun için, yavaş işliyordu süreç, ama bir kere temizlenen toprak bir daha kirlenmiyordu. Bu yüzden balkonumuzda yaşayabiliyordu fesleğenler, annemin laboratuvardan getirdiği toprakta, asit yağmurlarının altında bile hayatta kalmayı başarıyorlardı. Annem bu ağacı görse! Yağmura rağmen bu kadar büyüyebildiğini görse!

Dünyada hiç ağaç yok sanıyordum dedim. Yok dedi. Ama burada var ya dedim. Burası senin dünyanda değil dedi. Etrafıma baktım. Her yerde rengarenk bitkiler vardı. Rengarenk tepeler. Hiç santral yoktu, kubbeli şehirler, evimizin olduğu saha araştırmaları merkezleri de. Bulunduğumuz tepenin tam ortasında mor renkli, lila renkli yaprakları olan kocaman bir ağaç vardı. Tepeye tırmandık, ağacın yanına. Çok büyüktü. O kadar büyüktü ki ejderha bile küçük kalıyordu yanında. Çok güzel kokuyordu. Ev gibi. Annem gibi. Tanıyordum bu kokuyu. Tanıyorum bu kokuyu dedim. Bazı kokuları tanırsın dedi. Ben de senin bahçendeki kokuyu tanıyordum. Benim bahçemdeki mi dedim? Evet dedi. Hani havadaki bahçende. Balkonu söylüyorsun? Balkon? dedi. Fesleğenin kokusuna geldiğini söylememişti o zaman, sonra söyleyecekti. Ağacın altına yürüdü. Ben de peşinden gittim. Yaklaştıkça yekpare görünen ağacın gövdesinin sütunlar halinde olduğunu ayrımsadım. Devasa sütunlardı bunlar. Ağacın altına, sütunların arasına girdik. Etrafını köklerin sardığı kalın ağaç gövdeleriydi her biri, onlarcası yan yana sıralanarak büyük bir daireyi oluşturuyorlardı. Ortasına geçtik. Merkezde büyük bir delik, delikte aşağı doğru inen geniş merdivenler vardı. Basamaklar çok yüksekti, oradan inemezdim. Dur dedim yanında sürüdüğü kanadının ucundan çekerek. Durdu. Kollarımı uzattım. Aldı beni kucağına. Sarıldım, sımsıkı sarsıldım. Korkma dedi. Bu tünel bizi evime götürecek. Titriyordum. Neden titrediğimi bilmiyordum. Seni eve bırakayım mı diye sordu, endişelenmişti. Hayır dedim, dönmeyelim.

Döndük. Merdivenlerden aşağıya inmedik, merdivenlerden yukarıya döndük, döndük. Başım döndü. Satürn’de açtım gözlerimi. Satürn bir gaz deviydi. Biteviye yanıyor, kabarıyor, patlıyor, sönüyordu. Rengarenk bir havai fişek şöleninin tam ortasında gibiydik. Satürn, zamanın bilge efendisidir dedi. Birdenbire ciddileşmişti. Bizim türümüz zamanı yönetir. Kaşlarımı çatmıştım. Zamanı yönetmek? Yönetmek, idare etmek işte diye cevap verdi. Zamanı kontrol edebiliyor musunuz diye sordum heyecanla gözlerimi açarak, el çırptım. Hayır, hayır dedi. Çok yanlış bir şey söylemişim gibi başını iki yana salladı onaylamadığı bir şey olduğunda annemin yaptığı gibi. Zamana hükmedemeyiz dedi başını sallamaya devam ederek. Zamanın yönünü değiştirebiliriz en fazla, yavaşlatabiliriz fakat durduramayız. Neden kızdığını anlamamıştım, zaman nasıl yönetilirdi bilmiyordum, ne dediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ciddi olmasından da hoşlanmamıştım. Arkadaşımı istiyordum. Eve gitmek istiyorum dedim.

- O günden sonra uzun süre küstü bana. Yine geliyordu, yine uçuyorduk birlikte ama tavırlıydı, bozulmamış, takmıyormuş gibi davranıyor, gerekli gereksiz gurur yapıyor, incindiğini saklamak için kabalaşıyor, alakasız bahanelerle dalga geçiyor, beni kendinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Anlıyordum kırıldığını, alttan alıyordum, tamir etmeye çalışıyordum belli etmeden. Evine götürmüştü beni, içini açmıştı, bir yetişkin gibi karşısına alıp ciddi ciddi kim olduğunu anlatmaya çalışmıştı bense rahatsızlık duymuştum nedensiz, korkmuştum belki, çocuktum. Yavaş yavaş aldım gönlünü, düzeldi, unuttu belki de ama bir daha o konu hiç açılmadı. Bir daha Satürn’e gitmedik. O gün bahsettiklerinden bir daha bahsetmedi. Anlayacak yaşa geldiğimde de unutmuştum çoktan. Ta ki hiç anlamadığım gidişini anlamlandırmaya çalışana kadar. Her şeyi en baştan yanlış anlamıştım. Çocuk sanıyordum onu da benim gibi, tanıştığımızda. Balkona uzanan, kocaman meraklı bir burnu olan küçük bir çocuk sanıyordum. Değildi. Evet henüz yedibin yaşındaydı, ömrüne nispetle çocuk sayılırdı ama değildi. Sonra anlayacaktım, Kronos’ta çocuklara yer yoktu.

Annem, ekibiyle birlikte çalışmalarından sonuç almaya başladığında çalmıştı alarmlar Satürn’de, görev yeri Dünya’ydı, görevli ise benim Ejderha’m... Sonra anlatacaktı bunları bana, onu kırkbir yaşımda yeniden bulduğumda. Annemin yürüttüğü projeyi yok etmek için gönderilmişti, fesleğenleri. Fesleğenleri ararken beni bulmuştu. Benim umut dolu gözlerimdi onu şimdi içinde bulunduğu hapis durumuna sokan. Böyle söylemişti. Taşıdığım sorumluluğun hakkını veremedim, senin için birazcık zaman çalmak pahasına her şeyi riske attım. Zaman, gücü ve düzeni temsil eder Sena. Maddeye form vermekle ilgilidir, fiziki düzenlemeler ve organizasyonel kurgular da Satürnyen’dir demişti. Şüphesiz, başarısız oldum.

Fesleğenler uzun vadede kısırlaştıracaktı toprağı, geri dönüşü olmayacaktı. Fesleğen araştırmaları yok olunca alternatif kaynaklar bulacaktı insanoğlu, yaşayacaktı Dünya. Tek bir nefesimle yok edecektim bütün çalışmayı demişti. Görevim buydu. Yapamadım. Sen vardın. Sana rağmen yapamadım. Karmanın kılıcıyım ben. Zamanın taşıyıcısı. Bunun gibi nice zindanlar inşaa ettim kızlar ve oğullar için, birgün kendim için de inşaa edeceğimi... boynunun etrafındaki halkanın tamamını kabartarak iç geçirmişti, kocaman bir alev topu püskürmüştü ağzından bu sırada. Karşısında olmadığım için şükretmiştim. Kurtaramadım dünyayı Sena demişti sonra. Şimdi beni rahat bırak.

Yanılıyordu. Fesleğenlerin toprağı kısırlaştırdığını fark edeceklerdi zaten, projeyi sonlandıracaklardı. Sular altında kalmayan tek kıtanın, ondokuz bölgesinde, onlarca bilimadamı sayısız alternatifle çalıştı. Sonu geciktiremediler bile. O bunu bilmiyordu. Kendi cehennemine dikmişti gözlerini, etrafını görmüyordu. Zamanın sonuna gitmiş, olacağı görmüş suçu üstüne almıştı düşünmeden. Olacak olan olacak dedim. Satürn zamanın efendisi olabilir ama yaratıcısı değil. Zamana hükmeden biri var. Dünya da, ona takdir edilen ömürden fazlasını yaşayamaz. Bütün alternatif gelecekleri gördüm ben, bütün yolları sınadım. Son günleri takdir edilmiş bir dünyada yapacak bir şeyin yoktu. Anlattım ona sonraki gelişimde bütün bunları, gösterdim. Kaynak ve zaman biriminin başındaydım. Milyonlarca veriye sahiptim. İspat ettim, ikna ettim onu. Üstelik yalnız bile değildin dedim. Bu sorumluluk yalnız sana verilmemişti. Bir ejderha ordusu gönderilmişti o gün seninle birlikte dünyanın dört bir yanına, karalarına, sularına inmişlerdi tek tek. Senin yapmadığın her şeyi onlar da yapamadı. Çünkü yapacak bir şey yoktu. Bu yükü tek başına sırtlanamazsın. Kırıldı prangaları vicdanı rahatlayınca. Gördüm. Tahtındaydı, boynundaki kalın halka kırılmıştı önce, sonra diğerleri. Serbestti artık. Doğruldu. Gelebilirdi, bir adım atacaktı sadece, eşiği geçebilirdi. Geçmedi. Durdu birdenbire. İyice yerleşti. Tutundu tahtının kollarına. Başını kaldırdı. Buraya kadar boşuna gelmişsin dedi kükremeye benzeyen kahkahasının ardından. Meydan okur gibi gözlerime baktı.

Gerisini biliyorsunuz. (: