“Vazgeçmek İçin Erken,
Sevmek İçin Çok Geç…”
Gecikmişlik hayatının merkezine çöreklenivermişti. Şimdiye kadar hiçbir şeye vakitli yetişmemesiyle ün salmıştı. Ailenin yedinci çocuğuydu. Öyle ki artık kimsenin beklemediği bi anda çıkagelmişti hayata. Beklenilmemesideğildi ki onu üzen. İnsan bazen beklemediğinde de karşılaşabilirdi herhangi bir durumla. Onu üzen beklenmediğini, hayatının her aşamasında kendisine belli etmeleriydi.
İlkokula bir yaş erken yazdırmışlardı onu. Okumayı erken sökecekmiş, belliymiş. Böyle söylemiş okul müdürü. Koşar adım bir forma bile alamadan okula yazdırmışlar. Zaten hayatı boyunca erken davrandığı başka bir mevzuu da olmamış. Lise ikinci sınıf. Okulun en belalı öğrencileriyle takılmaya başlamış. Okul müdürü uyarı vermiş, arlanmamış. Mümtazlarla birlikte son iki dersi asıp her seferinde aynı parka gidip içiyorlarmış, sigara. O zaman da arkadaşları aynı şeyi söylemiş. “Oğlum, biz bu merete başlayalı altı yıl oldu.” Tadına bakmakta çok gecikmişmiş. Öyle söylemişler. Bir fırt çekmiş ama, cık. Bizim oğlan sevmemiş bu nasıl içildiği bile belirsiz şeyi. Okul köşelerinde arkadaşları tüttürürken her seferinde kendisi de enselenmiş. Annesiyle babası konuşurken duymuş. Aslında kendisi enselenecek kadar kötü huylu bir çocuk da değilmiş. Çevresi kötüymüş. Ne çok duymuştu bu cümleleri.
O gün okuldan eve geldi ama kalbinde bir sancı. Hiç hissetmemiş daha önce bunu. Öyle ki hem içi kan ağlıyor gibi endişe dolu, hem de kalbi yerinden çıkacakmış gibi heyecan yüklü. Nereye koyacağını bilememiş elini ayağını. Yok yok, böyle olmuyor. “Anneee ekmek lazım mı?” İki pide alsınmış fırından, evde bir tane varmış. Annesinin bu ayrıntıyı neden her ekmek istediğinde verdiğini anlamıyormuş. Önemli olmadığı için kafa da yormamış zaten. Söylüyormuş işte. İnsan bazen sırf konuşmak için de konuşurmuş, kalbinin yükünü bir nebze olsun hafifletebilmek için. Biliyormuş da bunu. Ama düşünmek ona zulüm şu an, ardından nelerin geleceğini asla bilmediği bir duygu bütün bedenini sarıp sarmalarken. Unutmalıyım evet, evet unutmalıyım. Unut, unut, unut. İşte bak, kendisiyle konuşmaya başlamış. Ekmeği aldıktan sonra dönüşte bir hurma ağacının dibine çökmüş. Bir ağlasa geçecekmiş bu ardından kötü hadiselerin meydana geleceğini tahmin ettiği duygu karmaşası. O ağacın kovuğuna doğru yol alan karıncayı izlemiş oturup. Nereye gidiyormuş acaba. Kendini meşgul edebilmek için ne düşünebilirse o an zihnine doldurmuş, doldurmuş, doldurmuş her şeyi. Annesinin ekmek sayısını söylerken ardından evdeki ekmek sayısını neden söylediğini bile düşünmüş. Gözü hem evlerine hem okullarına bakan o parka ilişmiş. Sonra o banka, sonra… İşte yine aynı duygu. Ve yine kendi hakimiyetini kaybetmeye başlamış. İşte, elleri titremeye başladı bile. Yine ayaklarından başucuna kadar yükselmekte olan o hararet. Yüzüm yanıyor sanki, diye düşündü. Ellerini yüzüne götürdü, içi içine sığmıyor. Hani üçüncü bir eli olsa da elini göğsüne bastırabilse sanki kalbini durdurabilecek. Gördüğü benzer bir silüet aklını başından almaya yetti bile. Olabilir, o olabilir. Aynı saçlar, aynı çanta. Okuldan sonra eve uğramamış olmalı. Öyle güzel ki. Bir gümbürtüyle o anki iç harbinden ayrıldı. Çeyiz yüklü bir kamyon. Burada yeni çiftin evi böyle düzülüyor. Kamyonun üstünde, elindeki davulu yırtacakmış gibi tokmağı var gücüyle vuran bir davulcu. Hayatından üç saniyesini aldı bu gürültü. Bank boş. Nereye gitti? Yarın ilk iş bizimkilere söylemeli. Ya alay ederlerse. Olsun ne önemi var. Eve dönme vakti.
Gün döndü. Bugün ilk teneffüs söylemem gerek. Yok yok, ilk teneffüs geç olur, hemen sırada söylemeliyim. İşte Fatih orda. “Fatiiiihh, şşşş, oğlum buraya bak lan.” Şimdi hazır. Artık söyleyebilir. Kendini hazırladı.
“Oğluuum ben var yaa..”
“Eeeeee….”
“Bak ne diycem, şu çömezlerde bi kız var, hıh bak şurada, şu kırmızı hırkalı.”
“Heee Şule’yi diyosuuun. Bizim Cemil’inki işte o.”
“…..”
“Şşşşş, oğlum cevap versene bir şey anlatıyordun.”
“……”
“Hoooooppp!”
“…….”
Geç kalmıştı. Beklemek sadece beklemek demek değil, yüzde altmışlık bir kısmıyla kelli felli bir geç kalmaktı. O gün anladı.