Kediyese

Hilal Tınmaz

İki saat boyunca sıcaktan iki büklüm olduğum ve sallanarak gelmekten uykunun delicesine bastırdığı bu eski servisten, sararmış bıyıkları dudağını tamamen örttüğünden olsa gerek ne dediği pek de anlaşılmayan servis şoförünün “İnmeyecek misin, seni mi bekleyecek bunca insan? Zaten sıcak. Acele et. Biri uyandırsın şunu!” benzeri şeyleri tiksintiyle ifade edişine, hayattan, insanlardan ve yaptığı işten bu denli nefret edişine bu yaşıma kadar bir anlam veremedim. Hayır, tonlama kusursuz ama o gür bıyıklar dişlerine ve diline takıldığından olsa gerek söylediklerini anlamıyormuş gibi yapıyor, ciddiye alamıyordum. Sigaranın acılığından mı yoksa ağzından her fırsatta çıkan pis sözlerden mi bilemediğim bir halde kirli bu ses tonu ve bunaltan ısrar, bir kabustan kan ve ter içinde uyandırırcasına sarstı ve kendime getirdi beni. Nerede olduğumu bilmek istemiyordum ama alnımdan süzülen ter damağıma bulaşmış ve servisin içindeki yaş ortalaması on iki olan bu koku dimağımı mest etmeye yetmişti. Yarı baygın halde sendeleyerek aracın basamaklarına yöneldim. Hepi topu iki basamak inecektim ki aklımı başımdan alan bir homurtu daha.

“Hadisene aptal çocuk. Sallanma!”

“Abi, söyleme öyle. Vallahi güceniyorum. Hem acele de ediyorum. Halledeceğim. Biliyorsun durumu güzel abim. Üzme be!”

Duymadı.

Söylemedim.

Şoför, çiçeği burnunda öğretmeni köyün yol ayrımında indirdikten sonra kornaya “Selametle” dercesine bastı. Zaten insanın gün gelip de doğduğu, neredeyse bütün çocukluğunun geçtiği köye atanması eşine az rastlanırdı. Yüzlerce kilometrelik yol kazasız belasız kat edilmiş, ilçe meydanındaki tarihi caminin arkasından çocukluğu gibi kokan servise binilmiş, gözler sımsıkı kapanmış ve bitmez bir hayale dalışın ardından nihayet köyün girişine varılmıştı. İçi bir tüyün havalanışı kadar hafifti artık öğretmenin.

Şoförün gaza küfür edercesine basmasıyla dengemi kaybedip yere düşmem bir oldu. Allah’ım, ne dramatik bir sahneydi. Bir kez düşmeyegör. Bir tekme de şoför atardı. Zaten sevmezdi beni. Aslında kimse sevmezdi. Güç bela toparlanıp çantamı sırtlandım. Çok ağırdı. Güneş de tenimi kavurmaya yeminli gibiydi. Dudaklarım yol boyunca çatlamış ve ip kesiği gibi yandığı için birbirine değdiremiyordum.

Bu kokuyu, bütün özlemini def edercesine ciğerlerine doldurmaya ihtiyacı vardı öğretmenin. Yüzünü kaldırıp uzun uzun boş patikayı izledi. Kulağında keçi ve horoz sesleri en güzel makam ve bestelerin dahi ulaştıramayacağı hazzı yudumlatıyordu ona. Manzara müthişti. Aradan yıllar geçmesine rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti bu köy. Yine de acısı ve anıları sepetindeki yiyecekler kadar taze olduğundan hızlı yürümeye cesaret edemedi. Çünkü bu özlem ne zaman benliğindeki tüm hücreleri sarıyor bulunsa, canının teslimi üzerine bir bahanesi doğardı. İçinde bulunduğu an ne olursa olsun, gün ya da gece, belki günün tam ortası, varlığını gizlerdi ondan. Sebepler de gizlenirdi, içinden çıkılmayan muammalar bırakırdı hep ona. Bir de kafasında, yeni tattığı o hazzı sürekli boğan davul sesleri olmasa!

Köyümün mis kokusunu ciğerlerime doldururken biraz olsun kafamın çalışmaya başladığını fark ettim. Patikadan sağa sapacak ve hurma bahçelerinin arasından önce meydandaki büyük çeşmeye uğrayıp kana kana su içecek, kafamı ıslayacak, sonra da yakası sarkmış ve muhtemelen kol manşetlerimden dirseklerime kadar suyla ıslanacak olan okul önlüğümü eve varır varmaz anneme fark ettirmeden çıkarıp mandalla tutturmam gerekecekti. Plan harikaydı.

Lojmana gitmeden köyde bulması gereken biri olduğu aklına geldiğinde tüm yorgunluğunu unutup kafasındaki gürültüyü susturdu ve adresin yanında olduğundan emin olmak için ceketinin cebini yokladı. Eline aldığı kâğıdın yok olmasına niyetlenerek yumruğunu sıkıyor, o niyeti vicdanını susturmak adına defalarca bozuyordu. Nasıl anlatacaktı ona her şeyi, nereden başlayacaktı, hangi yüzle helallik isteyecekti ondan, sözleri kim bilir ne yaralar açardı benliğine, hiç bilmiyordu. Tahmin de edemiyordu. Neredeydi ahşap evi, meydandaki çeşmenin arkasında mı? Hemen varmalı. Evet, hurmalar yemyeşil. Şuradan bir hipotenüs yapsam, herhalde on beş dakikaya orada olurdum.

Hurmaların arasından güç bela geçip çeşmeye vardığımda, durgunaştım. İçimden yalnızca tatlı tatlı gülümsemek geldi. Şu an en çok istediğim şey karşısında benim sınırım ve tavrım neydi, bir an önce servisten inmemi bekleyen sarı bıyıklı amca kadar vahşileşip her şeyi oldu bittiye getirsem, mahrum kaldığım şeyin değerini şimdi olduğundan daha iyi anlar mıydım? Yine kendi kendimin kalbini kıracaktım. Bunlar hep çok düşünmektendi. Neyin kefaretini ödemeye hazırlanacaktım ki yine, bu nasıl cezalandırmaktı. Koltuk değneğimi asırlık duvara bir ayine başlar gibi yasladım ve bozulmamış, nakışlandığı andan itibaren tamir edilmek amaçlı da olsa insan eli değmemiş kitabesine uzun uzun baktım. Okuyamıyordum. Ardından muazzam bir gümbürtü duydum. Kafamda davullar çalıyordu. Zaman, akmak istemiyorum diye inliyordu. Göz çukurlarıma yansıyanı gönlüm heceler gibi oluyordu. Başka bir aleme geçecektim. Hissettiğim... Bu…

Onca yolu bu düşünceler eşliğinde nasıl kat ettiğini anlayamadan ayakkabılarımı çamurlamış ve çeşmenin yanına kadar gelmiştim. Kravatımın ıslanmasına aldırmadan avuç içlerimde dolan buz gibi sudan kana kana içtim. O anı sıcacık bir tebessümle, o tebessümden daha sıcak olan taptaze pideyle (aslında kalbimi, ruhumu, yüzyıl süren açlığımı) bölen teyzeler olmasa ne o anın ne de tepeme yığılıp görüşümü griye bulayan yağmur bulutlarını fark edecektim.

Hissettiğim, bu, nasıl diyeyim, durdurmak istediğim bu an olmasa, günümü güzelleştirecek bambaşka bir ayrıntıyı fark etmeyecektim. Şimdi tüm odağım, çeşme yanındaki ağacın altında mırıldayan yeni doğmuş kedilere kaydı. Beş taneydiler. Alsam birini, arkadaşım olsa ne olurdu. Anne kedi gelse dördünü oracıkta bulurdu. Hatta nasılsa yine doğururdu. Dördü siyah, biri griydi. Üzerinde başka hiçbir iz ya da leke bulunmaksızın dümdüz gri. Gözleri de gri. Öyle güzel bakıyordu ki, bir hamlede tutup tek kolumun arasına nazikçe aldım. Suyu da kollarımı ıslatmayı da anneme yakalanıp azar işitmeden odama girme ihtimallerini ve yaptığım planları da bir sonraki okul dönüşüne erteleyip evin yolunu tuttum. Koltuk değneğimi çeşme duvarına yaslanış halde unuttuğum, tahta kapıları zorlarken sonradan aklıma gelecekti. Kafamda yine susmayan davullar…

Aradığı ahşap evi gördüğünde gün, tüm neşesini iyiden iyiye sakladı. Şimdi bütün yağmur bulutları öğretmenin üzerindeydi. Her bir damla, gökyüzünde asılı duran tozları yutarak yere indiriyor ama kirpik uçlarından elmacıklarına fütursuzca süzüleni gizlemeye yetmiyordu o sağanak. Öğretmen, ısrarla sığınak biliyordu bu yağmuru. Bu bile içindeki yangını söndürmeye yetmiyor, daha da harlıyordu.

Yağmuru pencereden çayını yudumlayarak izleyen muhtar, sırılsıklam bir halde kapının önünde öylece duran öğretmeni görür görmez kendini dışarı attı. Koluna girerek hiçbir şey söylemeden içeri aldı. Bu koltuk değnekleri, bu masmavi gözler… Onu tanımıştı.

“Oğlum, ver onu bana. Nereden aldıysan gidip bırakayım. Annesiz büyüyemez.”

“Büyür anne. Büyüteceğim. Ben bakacağım ona. Arkadaşım olacak o benim.”

Adını Yese koydum. Kediyese. Bir tasa süt doldurup önüne biraz pide doğradım. Annesi ve kardeşlerinden ayrıldığından olsa gerek pek iştahı yoktu ama nasılsa yerdi. Nasılsa acıkacaktı. Annem de içeriden “Bu kediyi evin içine almayacağım.” diye bağırıyordu. Onu ikna edene kadar gökyüzü bulutlarla kaplanmış ve etraf gri kokmaya başlamıştı. Hemen kapımızın önüne bir yuva hazırlamam gerektiğini düşündüm. Zor olmadı. Büyükçe bir koliye kapı açmam yetti. Akşam olana kadar kedimle ilgilendim. Çok güzeldi. Zamanla bana daha çok alıştı. Okuldan geldiğim saatleri biliyor ve beni görür görmez oradan oraya hoplayıp sevincini belli ediyordu.

Bir sabah ninemin sesiyle uyandım.

“Hay Allah, ne oldu sana böyle. Vah yavrum. Vah kurban olduğum. Vah güzelim!”

Kediyle konuştuğunu tahmin edemedim. Yarı ayık bir halde odamdan çıktım. Kediyle göz göze geldim. İyiydi. Aslında tam olarak değildi. Sağ ön ayağı burkulmuş görünüyordu.

“Vah yavrum vah! Görüyor musun ne olmuş. Kedin da sana benzedi iyice.”

“Ne oldu nine? Ne oldu?”

“Dur dur, ağlama. Gece üşüdüğünden olsa gerek ahıra girmiş ve oracıkta kıvrılıp uyumak istemiş. Sarı buzağı da tedirgin olup kedinin ayağına basmış olmalı.”

Tüm gece olup biteni izlemişçesine anlatıyordu her şeyi. Bunlar hep tecrübe işte. Ama kedimin acı dolu mırıltısı, ninemin söylediklerine odaklanmamı engelliyordu. Ben göz yaşları içindeyken o minicik bacağı sarmaya başladı.

“Söylesene, iyi olacak mı nine?”

“Olur olur, korkacak bir şey yok.”

Bu acı hadiseden sonra annem kediye acıyıp onu içeri almayı kabul etti. Bir iki hafta yanımdan ayırmadım kediyi. Bana alıştı iyice. Bu uyuşukluk, bu hiçbir şeyi beğenmeme hali, bu naz, ne çok bendi. İkimizin de sağ bacağı kusurluydu şimdi. Sanki ikimiz de kedi. Uyumadan önce ve uyanır uyanmaz önümüzde birer tas süt. Aynaya bakıyorum. Gözlerim de artık gri. Masanın üzerinde efendi efendi duran eşyaları ittiresim geliyor, olur olmaz hareketler yapasım… Avuç içlerim patiye dönmüş. Tırnaklarım kedi pençesi. Yüzüm yara bere içinde. Sanki miyavlıyordum. Kimseye fark ettirmeden kendimi değiştiriyordum.

(Final paragrafını yetiştiremedim. Merak içinde bıraktıysam şimdiden affedin. Okuduğunuz için teşekkürler)