Celâl o gece, zıpır aklının tam tersine epey düşünceliydi. Annesi, biten çayını her dolduruşunda sormaya yelteniyor, oğlunun bu âlemle irtibatı kestiğini görünce vazgeçiyordu. Bir hâl vardı Celâl’de, hayır olsundu.
“Ben gideceğam ana.” dedi. “Önce Angara’ya ordan belki İstanbul’a. Bir yerden başlamak gerek değel mi? Nur içinde yatsın, Hacı Taşan emmimle Neşet emmimin yolundan bir de biz yürüyek, aynı memleketin ekmeğanı yedik elbet biz de kapmışızdır bir şeyler.”
Annesi istemsizce kapıya doğru baktı, kocası Mustafa Efendi bu oğlanın dediklerini duysa şuracıkta birbirlerine girerlerdi. Kadıncağız her olayda ikisinin arasında kalmaktan bıkmış usanmıştı. Ama anaydı, her ne kadar kızsa da evlattan geçilmiyordu. Bir gün kocasının huyuna suyuna gidiyordu, öbür gün Celâl’in. Yalnız bu sefer Celâl pek bir kararlıydı. Gavurun adamı, nerden çıktıysa çıkmış oğlanın aklını çelmişti. “Ne güzel sesin var, e davul da çalıyorsun. Senin diğer türkücülerden neyin eksik yeğenim? Büyükşehre gitsen anlaşırsın bir şirketle, hemen bir albüm yaparsın. Sonra sana kızını vermeyen şerefsiz muhtar utansın!” demişti. Celâl zaten çekirdekten medet uman Celâl, durur mu bunu duyunca? Olmayacak hayallerin peşine, önünü arkasını düşünmeden düşmüştü. Düşüş o düşüş, Celâl aklına bir şeyi koyduktan sonra onu zapt etmek mümkün mü?
Celâl aslında iyi çocuktur ama çoban kulübesinde padişah rüyası görür çoğu zaman. Yıllar önce babası okuldan alıp yanında yetiştirmeye çalıştı Celâl’i. Mustafa Efendi ilçede pidecilik yapar, baba mesleği. “Bizim ekmeğimizi buradan veriyor Cenab-ı Hak.” diyerek oğlunu da küçüklükten eğitmeye çalıştı. Celâl, ilkin yazları çalışıyordu babasının yanında. Mustafa Efendi baktı ki bunda okuyacak göz yok, aklı fikri düğünlerde, çalgıcılarda. “Ben bunu yanımda adam ederim ancak.” deyip almış Celâl’i dükkana. Kıymalı, kaşarlı, karışık, isteyene sade bile yapılır. Mustafa Efendi’nin yirmi yedi metrekarelik, baba yadigârı ekmek teknesinde Celâl en fazla iki yıl hemhal olabildi pidelerle. On sekizine girip de kuyruğu dikince bir gün geçti Mustafa Efendi’nin karşısına:
“Ben pideci olmak istemiyom baba. Davul neyim çalmayı öğrendim ben, düğünlere gidecem Bekir emmimle. O beni yanına alacak. Hem bu düğün işinde iyi para varmış, bi’ kız çıkarmada bile davulcuynan zurnacıya beş yüz kağıdı yapıştırıyorlarmış.” dedi.
Mustafa Efendi’nin gözünde çalgıcıdan adam olmazdı. Zaten toru topu bir tane oğlu vardı, onun da davul zurna çalmaya heves etmesine mi yansın yoksa babasının yadigârı, ekmeğini kazandığı mesleğini kendinden sonra kimsenin devam ettirmeyecek olmasına mı? Celal’in böyle laflar ettiğini görünce bağırış çağırış bir yana dursun, dövmeye bile kalktı Mustafa Efendi. Karısı araya girip orta yolu bulmaya çalıştı her zamanki gibi, n’apsın zavallı. Birkaç hafta evde soğuk rüzgarlar esse de “Celâl kafaya koymuş bir kere, iyisi mi herkesin burnundan getirmesin.” dedi, razı oldu oğlunun kararına Mustafa Efendi.
İşte böyle başladı Celâl’in düğün maceraları. Düğün demişken Bekir’den bahsetmemek olmaz. Celal’i yanına alan Bekir. Şirin Kırşehir’in abdallarından. Gırşeer’de olabilir. Ay dost diye bir bağırdı mı yeri göğü inletir. Saz da çalar, davul da, zurna da. On parmağında on marifet dedikleri. Tek eksiği var, o da evlat. Çocuğu olmamış hiç Bekir’in. “Bir oğlum olsa...” derdi hep. “Oğlum olsaydı bu düğünlerin tozunu attırırdık biz tozunu. Tek başına Bekir hangi birine yetişsin!”
Tabi tek başına yapmıyor bunu Bekir, sülalece bu işin içindeler. Ama bir çırağa ihtiyaç duyuyor çoğu zaman, belki de oğlu olmadığı için yaşadığı eksikliği onunla tamamlamak istiyor. Celâl meraklı meraklı her düğünde peşinde dolandığı için Bekir emmisinin, o da “madem bu işe meraklısın, gel bakalım” deyip aldı yanına oğlanı. Mustafa Efendi ile papaz oldular tabi bir süre. Dargın da durdular ama nihayetinde aynı köyün insanları, yüz yüze baktıkları için bu küslük çok uzamadı.
Celâl davul çalarak başladı bu işe, tokmağı her vuruşunda, o sesi her duyuşunda kendinden geçiyordu. Zurna çalmayı da öğrendi zamanla ama hiçbiri davulun verdiği hazzı vermedi. Sesi de güzeldi keratanın, iyi bozlak okurdu. Celâl’in içinde de gizli bir abdal yatıyormuş meğer, Bekir çıkarana kadar fark eden olmadı.
Celâl’in bir de Sümbül’ü vardı. Sümbül muhtarın kızı, ilkokulda aynı sınıftalardı. Küçüklüğünden beri Sümbül’e sevdalıydı Celâl. Köyün düğünlerinde gözleri hep onu arardı, olur da görürse davulu çalışından anlardınız. Tokmak dile gelir Celâl’in diyemediğini deyiverirdi sanki. Bir gün Sümbül, elinde bir kağıtla yanaştı Celâl’e doğru. “Gelin tarafı bunu da çalmanızı istiyor.” deyip uzattı. Uzatırken yanakları öyle pembeleşti ki, Celâl’in şimdiye kadar gördüğü tüm menekşeler, tüm bahar çiçekleri halt etti yanında. Kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki bizim oğlanın, sesi tüm köyü sarmasın diye “tamam” dedi, “çalarız hemen.” Ardından tüm gücüyle vurdu tokmağı davula. Sonra Bekir’den rica etti, mikrofonun başına geçti. Bekir çaldı, Celâl Neşet emmisinden Amanın Leyla’yı söyledi.
“Kaşların kara kara da amanın Leyla Leyla
Gözlerin derde çare de eyle yarim eyle
Senin için yanarım da amanın Leyla Leyla
Kerem misali nara da böyle yarim böyle”
Sümbül zaten seziyordu. Şimdi bir de gözlerini kendinden ayırmadan bunu söyleyince Celâl, iyice emin oldu. Başını önüne eğip gülümsedi, o gülünce Celâl’in ömrüne ömür eklendi. Birkaç gün sonra bir kağıt getirdi köyün çocuklarından biri Celâl’e. “Eğer gönlün varsa gel iste babamdan. Benim beklediğim sensin.”
Celâl’i artık anlatmaya kelimeler yetmez, onu görmeniz lazımdı. Sanki kuş olup uçtu bozkırın üstünde, yorulunca gidip Sümbül’ün gönlüne kondu. Tüm köyü adımladı desek yeridir, e içi içine sığmayan aşık ne yapsın?
Akşam olunca sofraya oturdular hep birlikte. Babasının eşref saatini bekledi Celâl. Annesinin güler yüzünün altına saklanıp “Size diyeceğim var.” diye söze girdi. Annesi “Hayır olsun evladım” deyince daha fazla bekleyemedi, söyleyiverdi.
“Baba muhtarın gızını iste bana, sevdalandık birbirimize.”
Mustafa Efendi, oğlunun eserekli hallerine alışmış olduğu için bu ani çıkışını da garipsemedi. Sustu ilkin, karşılık vermedi. Biraz düşündükten sonra “Muhtar sana gızını verir mi? Eli para dutan damat lazım ona.” deyince Celâl’in gururu kırıldı ama Sümbül’ün hatrı için kırılan yerden birleştirip devam etti sözüne. “Baba sen iste de, verip vermemek onun bilecağa iş.”
Velhasıl kelâm, muhtara haber salındı. Çiçek, çikolata yaptırıldı. Kız istemeye gidildi. Muhtar, Mustafa Efendi’nin köyde saygı duyulan bir adam olduğunu bildiği için gelmeyin diyemedi tabi. Gittiler gitmesine de, muhtar en sonunda söyledi sözünü. “Mustafa seni severim, araya husumet girsin de istemem. Ama benim senin oğluna verecek kızım yok. Çalgıcının işi belli olmaz, üç kuruş kazancına güvenip kızımı sana mı vereyim?”
Bu söz dokundu Celâl’e, tokmağın davula dokunduğundan da sert. Kaç ay ruh gibi gezdi ortalıklarda, zaten kış gelmişti. İş de olmuyordu. Belki de haklıydı muhtar, yazın bir çaresine bakılırdı da, kışın Celâl nasıl bakacak Sümbül’e?
Acı aynı acı ama ağırlığını hafifletiyor zaman. Yine öyle oldu. Bahar geldi, dallar çiçeklendi. Bu yıl daha çok düğüne gidip para biriktirmeye karar verdi Celâl. Para biriktirip öyle çıkacaktı muhtarın karşısına. Annesi yanına çağırdı o sabah, elinde bir hurma. “Fadime teyzenin akrabası getirmiş umreden. Hurma çekirdeği bereket getirir derler. Ye bunu, sonra çekirdeğini de cüzdanına koy. Hadi hayırlı işler yavrum.” diyerek gönderdi Celâl’i. Oğlundan ümidi kesince çekirdeğe bile bel bağlar oldu annesi. “Ana sözüdür, vardır bir bildiği.” dedi Celâl. Hurmayı yiyip çekirdeğini koydu cüzdanına.
O hafta civar köylerin birine gittiler Bekir’le. Ankara’dan epey gelen konuk vardı, 06’lı Mercedesler doldurmuş ortalığı. “Bugün iyi ciro yaparız.” diye sevindi içten içe Celâl. Her zamanki gibi çaldılar, söylediler. Gecenin ilerleyen vakitlerinde bir adam yanaştı, sohbete başladı bizimkiyle. “Güzel sesin varmış hemşerim, ağzına sağlık.” dedi. Sonra masayı donattırdı. Hem içtiler, hem çaldılar, hem söylediler. Kafası güzel olunca Sümbül önce aklına sonra diline düştü Celal’in. Kalbinden zaten hiç çıkmadı. Adam “Sümbül kim yeğenim, nişanlın falan mı?” diye sorunca Celâl döküldü, muhtarın yedi ceddine söve söve anlattı olanları.
İşte o gece adam “Ne güzel sesin var, e davul da çalıyorsun. Senin diğer türkücülerden neyin eksik yeğenim? Büyükşehre gitsen anlaşırsın bir şirketle, hemen bir albüm yaparsın. Sonra sana kızını vermeyen şerefsiz muhtar utansın!” dedi Celâl’e. Uyuyan yılanı uyandırdı.
Aklı alan Celâl durur mu? Bir hafta düşündü bunu. Bekir dahil kimseye de söylemedi. Ta ki kararını verene kadar. Gitmeyi aklına koyunca annesine söyledi önce. Sonra babasına. Babası yine sinirlendi, “Ulan hadi çalgıcı olmana, köylerde çalmana bir şey demedik. Şimdi yüz buldun da astarını mı istiyon itoğlu? Neyine ulan sesin kaset çıkarmak? Sen böyükşeer’de adama ekmek mi verirler sanıyon?” diyerek üstüne yürüdü Celâl’in. Celâl her zamanki gibi dinlemedi. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte anasından helallik isteyip yola koyuldu. Bekir’le de bir gün önce vedalaşmıştı. “Kısa süreliğine gidiyom emmi, halleder halletmez dönecem. Seni yalnız kor muyum heç burda?” demişti. Ama babasının rızasını almayan adamın iki yakası bir araya gelir mi?
Celâl, planladığı gibi ilk Ankara'ya gitti. Tanıdık olmadan, bir başına. Ankara’yı az çok bilirdi. Altındağ’ı, Ulus’u Hamamönü’nü boydan boya gezdi. Müzik adına nereyi bulursa oraya girdi. Girdiği gibi de çıktı çoğu zaman. “Unkapanı’na git hemşerim” diyenler oldu Celâl’e. Zaten başka çaresi de yoktu. Sırf Sümbül’e ulaşmak için bilmediği yolların tozuna bulandı. Bulduğu ilk otobüsle İstanbul’un yolunu tuttu.
Tam bir ay boyunca, adını sanını bilmediği yerlerde dolandı durdu Celâl. Cebindeki üç kuruş parayı da otel odalarına, aç karnını doyurmaya harcadı. Elbet bitecekti bu değirmenin suyu, bitti de. Kös kös kuyruğunu kıstırıp köyüne dönecek hali yoktu. Herkes duymuştur bir kere şarkıcı olmak için büyükşehre gittiğini. Şimdi beceremedi de geri geldi mi diyeceklerdi? Hem herkesi bir kenara bırak, babasına ne diyecekti? Pidecinin oğlu pideciliği beceremediği gibi çalgıcılığı da beceremedi.
Dönmeyi gururuna yediremedi Celâl, günü kurtaracak işlerde çalışmaya başladı. Cebinde bir gün sonrasına yetecek parası bile yoktu ama halâ bir umudu vardı. İki ay olmuştu çoktan. Hala plak şirketlerinin kapısını çalıyor, bir şans verilmesi için elinden geleni yapıyordu ama bunca insanın içinde sesi güzel olan sadece o muydu? Bu işlerin bir tanıdık olmadan yürümediğini, öyle tek tabanca çıkıp gelen herkesin burada sözünün geçmediğini geç olsa da öğrendi Celal.
Günler geçip giderken hiç bilmediği bir şehirde, tanımadığı insanların içinde yaşam mücadelesi veriyordu. Bazen tek öğünle günü bitiriyor, bazen onu bile bulduğuna dua ediyordu. O günde öyle bir gündü.
Kaç saattir bir lokma girmemiş midesinin gurultuları eşliğinde, günlük bir iş bulmak için bilmediği sokaklarda yürüyordu. Birden gözü karardı, şehir etrafında dönmeye başladı. Adımları çakıldı kaldı. Bunlar olduğunda işlek bir caddenin ortasındaydı. Bu şehrin hızına alışmış herkesin dışında. Karşıdan karşıya geçmeye çalışırken artık dayanamadı ve yere yığıldı. O sırada yeşil ışık çoktan yanmış ve sabırsız bir sürücü olağanca gücüyle gaza basmıştı. Tıpkı Celâl’in Sümbül’ü görünce davula tüm gücüyle vuruşu gibi. Bayıldığını son anda fark eden sürücü, yavaşlamaya kalmadan Celâl’e çarptı. Çarpmanın şiddetiyle birkaç metre öteye savruldu Celâl. İlkin uğultular duydu ama hiçbir şey görmüyordu. Bağrışan insan sesleri yankılanıyordu kafasında. O sırada Sümbül’ü görür gibi oldu, menekşeleri bile kıskandıran pembe yanaklarıyla. Gülümsedi Celâl onu görünce. Sonra kapandı gözleri, soluğu bitti, Sümbül gitti. Polisler geldi olay yerine, ambulans hala gelmedi. Kimliğini tespit etmek için cüzdanını aldılar Celâl’in. Polisin işi çok zor olmadı. Cüzdanda bir kimlik, bir de hurma çekirdeği vardı.