"Tamam, belki sana bunu daha önce söylemeliydim ama anlattığım sebepleri dinlemiyorsun ki! Bu arada acıktım ben."
Sinirlerime hakim olmaya çalışarak tavana baktım. Acıkmış beyefendi. Şu an tek sorunumuz bu çünkü, açlığımız.
"Pide söyleyelim mi?"
Mehmet'in kavgaya ara verebilmek gibi bir yeteneği vardı. Özellikle acıktığında. Bir an kalbim yumuşar gibi oldu. Sonra hemen kendime geldim ve dolabın üzerindeki pidecinin magnetini alıp öfkeyle önüne bıraktım.
"Kaşarlı söylüyorum ikimize de."
Yüzüne bakmadım ama bunu söylerken eminim hafifçe gülüyordu. Kaşarlı pideden nefret ettiğimi bilmesine rağmen beni konuşturmak için bilerek yapıyordu. Yatak odasına geçip kapıyı hızlıca çarptım.
"Tamam, sana ıspanaklııııı." dedi ve ardından ufak bir kahkaha attı. Gülümsedim ben de bulunduğum yerde. Kalbimin yumuşamasına engel olamadım bu kez. İnsan sevince, dedim içimden ve tamamlayamadım cümleyi. Telefonum çaldı.
"Tuğba tam zamanında aradın. Ben de tam..."
"Bana gelebilir misin?"
"Ne oldu?"
"Gelince anlatırım."
Sesi tedirgin geliyordu. Birkaç sokak uzaklıkta evine gitmek zor olmadı. İçeri girdiğimde bazı bölümleri siyahlaşmış duvarlar ve hala pencereler açık olmasına rağmen tamamen gitmeyen dumanlarla karşılaştım. Tuğba ağlayarak ufak çaplı bir yangın çıktığını ama büyümeden söndürdüğünü anlattı. Olay anında soğukkanlılığını korumuş anlaşılan ama şuan korku, tedirginlik karışımı bir ruh halinde olduğu çok açıktı. Etrafa tekrardan baktım. O sırada ortada duran, yuvarlak, birazı yanmış bir nesne dikkatimi çekti.
"Bu ne?"
"Fırın ve yangının kaynağı aynı zamanda. Onun kablosu alev aldı."
"Bu nasıl fırın? İlk defa görüyorum."
"Davul fırın diyorlar. Evden getirmiştim."
Davul fırının üzerinde, lisedeyken bando takımında çaldığımız marşı çalmak istedim bir an. Bu saçma düşünce geldiği gibi kayboldu. Tuğba ile biraz vakit geçirip gerginliğini aldıktan sonra eve gitmek üzere kalktım.
"Yasemin. Sen de yalnız yaşıyorsun. Bak lütfen dikkatli ol, özellikle..."
"Yalnız mı yaşıyorum?"
Bu soru kendimeydi aslında ama anlık şaşkınlıkla yüksek sesle söylemiştim. Tuğba anlamsızca yüzüme bakıyordu. Tuhaf bir an. Zar zor gülümseyip vedalaştım. Beynimde davullar çalınıyor, horonlar tepiliyor, çığlıklar atılıyordu. Sokakta nasıl yürüdüğümü, yaşadığım evin kapısına nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Kapıya gelince durakladım. Zile bastım ilkin. Yutkundum. Kapıya vurdum birkaç kere. Sonra kapıya daha sert vurdum. Hareket yoktu. Gözlerim doldu, anahtarı ararken zorlandım bu sebeple. Kilidi son kez çevirirken derin bir nefes aldım. Kapıyı açarken derin bir nefes verdim.
Yoktu. Pidecinin magneti masanın üzerindeydi. Çay içtiğim bardağım da. Onun bardağı? Yoktu. Zihnimde pide sipariş verecekken rüzgârın kapıyı çarptığı bir sahne canlandı. Elimde çay bardağım vardı ve yalnızdım. Ama anılar, başka anılar da vardı. Dün mesela hurmadan tatlı yapmıştık, cevizli. Normalde fındıklı yapacaktık ama fındık kalmamıştı. Dolabı açtım bu anının elimden kaçmasına fırsat vermeden. Yoktu. Zihnimde canlanan başka bir anıda televizyon izliyordum ve programdaki diyetisyen hurmadan tatlı yapıyordu, cevizli.
Benim en ince ayrıntısına kadar hatırladığım diğer anılar da mı aslında yaşanmamıştı?
Koşarak yatak odasına gittim. Duvarla yatağın arasındaki boşluğa attım kendimi. Dizlerimi kendime çektim, ellerim başımdaydı. Anlamaya çalışıyordum. Hatırla. Mehmet kim?
Üniversitedeydim, Mehmet vardı. Başka bir fakültede, arkadaşımın arkadaşı. Uzaktan uzağa izlediğim, muhabbetimizin merhabadan öteye gitmediği. Öğle araları pide yerdi hep, kaşarlı. Uzaktan uzağa izlediğim Mehmet. Üniversite bitti ve biz bir daha hiç görüşmedik. Karanlık yaklaşıyor. Mehmet nerede? Birazdan içine alacak beni, zihnimle birlikte. Belki de zihnim içine alacak beni, karanlıkla birlikte. Yaklaşıyor. Ayak sesleri. Gözlerim kapalı. Kapının kolunun çevrildiğini hissediyorum ve açıldığını. Gözlerimi açıyorum yavaş yavaş.
Mehmet, sen misin?
İrem İlayda Doğan