Kayıp Bagetler

Elif Ezgi Bektaş

Sıcaktan nefret ediyordu. Üstüne yürüyen nem bulutundan, yüzündeki boncuk boncuk terlerden, fırında alevlenerek yanan ateşten nefret ediyordu. Sanki bu küçük dükkanda onun dışında her şey bağımsızlığını ilan etmişti. Ne zaman buradan çıkıp özgürlüğün kollarına koşmaya yeltense dört duvar, uygun adımla üstüne yürürdü. Masalar yolunu keser, hatta kolonda asılı duran 75-76 kadrosu bile defansa geçerdi. Büyük dedesinin, küçük dedesinin ve elbette babasının vicdanla, vefayla, zorunlulukla boynuna düğümledikleri bir bağdı bu lokanta. İpi biraz gevşeteyim dese evdeki kadınların yaylım ateşine uğrar, kaçıp gideyim dese karşısında dökülen gözyaşlarında boğulurdu. Olamadı işte. Mustafa çok defa asileşse de başına buyruk yaşayamadı. Belki de Laz damarında problem vardı, kim bilir?

Gece saat dokuza geliyordu. Mustafa, son müşterisinin de pidesini fırından aldı ve önlüğünü çıkarıp duvardaki çiviye astı. Dönüp Mahmut'a baktı.

-Ben gidiyorum, sen kapatırsın. He bir de yarın köye gidicem, Süleyman’la sana emanet dükkan. Hadi hayırlı geceler.

- Tamam usta, hayırlı geceler.

Usta… Usta ha, ona usta diyen biri vardı. Bu kelimeye ilk defa takıldı aklı. Birkaç yıldır kendiliğinden yerleşivermişti üstüne bu kılıf, hiç sorgulayamamıştı. Ama şimdi acemiliği katledilmiş gibi hissediyordu. Bütün hata payları, bir çuvalın içinde Karadeniz’i boylamıştı sanki. Vay be büyüdükte usta olduk ha, diye geçirdi içinden. Henüz otuz yaşındaydı.

Sokağa çıktığında yağmur çiseliyordu, yağmur bu şehre hep çiselerdi. Caddenin kırılan ışıkları üstüne çullanıyordu. Boynunu eğip ellerini cebine soktu ve yokuş aşağı yürümeye başladı. Kafasında davullar çalıyordu. Düşünceleri baget gibi oradan oraya vuruyor, sert ama ritimli bir ses çıkarıyordu. Islanan göz kapaklarını yumdu, yıllardır içinde çalan bu davulu dinledi. Dinledi... Dinledi... Eski halinden hiçbir şey yitirmemiş, hatta eskisinden de güzel sesi, diye düşündü. İçindeki çağlayan dereler, kopan fırtınalar fondaki davulla daha bir hiddetleniyordu. Ne varsa kalbine gömdüğü, hepsi üstündeki toprağı atıp baterinin coşkun seline kapılmıştı. Yağmur durmadan hızını artırıyordu. Müzik ritmini, Mustafa da adımlarının kontrolünü kaybetmişti. Ruhu kayadan kayaya çarpıyordu. Artık notaları takip etmeyi de bırakmıştı. Sesin içinde umarsızca yüzüyordu ki bitirişte çınlayan zil ile aniden irkildi. Haksız bir uyanıştı bu. Derin bir nefes aldı. Her güzel şeyin sonuna duyulması gereken saygıyla gülümsedi ve teşekkür etti kafasındaki müzisyene. Zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değildi. İki sokak yürümüş evine kadar gelmişti. Kapının önünde durup elini saçlarına attı, amma da ıslaklardı.

Köydeki komşular, hurmaların olgunlaştığı haberini bir hafta önce uçurmuşlardı. Tabii doğal olarak onlara da üç tane ağacın hasadına gitmek düşüyordu. Ertesi gün erkenden kalkıp annesi, ablası ve kız kardeşi ile baba yadigarı külüstüre yerleştiler. Kardeşi arabaya biner binmez kasetin düğmesine bastı. Şimdi yolculuklarına kemençeli, tulumlu Karadeniz ezgileri eşlik ediyordu. Mustafa ise direksiyona sıkı sıkıya sarılmış, virajlı ve taşlı yollara odaklanmıştı. Takırdayan kaporta, kasetteki şarkılar ve bu yol... Ona içindeki müzisyeni hatırlatıyordu. Hemen kendini ait hissettiği ritme sarılmak istedi, fakat bagetlerini bulamıyordu. En son dün gece eve dönüş yolunda benimleydiler ama şuan yoklar, dedi içinden. Kara kara düşündü ama bagetleri kafasında nereye saklamışsa bir türlü bulamadı. Bu yüzden de tüm yolu o çok sevdiği davul sesinden mahrum geçirmek zorunda kaldı.

Köydeki bahçeye girdiklerinde turunculara boyanan hurma ağaçları hemen gözüne ilişti.

-O gün de böyleydiler, dedi. Annesi eve giriyordu ki ona döndü.

-Bir şey mi dedin oğul.

-Yok, yok ana sen gir geliyorum ben.

Ağaçlara doğru yöneldi. Bahçe iyice otlanmış, yürünmez hale gelmişti. Adımlarını güç bela atıyordu. Gelip kırık tahta masanın yanında durdu. Her şey daha dün gibi aklındaydı. Yine hurmaları toplamaya gelmiştik, diye geçirdi içinden. Tabureye oturdu ve gözlerini bahçenin girişindeki kapıya dikti. Kendini görür gibi oldu kapıda. Evet, on iki yıl önceki hali giriyordu içeriye. Yutkundu. Daha bıyıkları bile terlememiş, sarışın, kıvırcık saçlı çocuğa baktı. Heyecanlı görünüyordu çocuk, hatta heyecanın ta kendisiydi. Gülücüklerle alev almış ona doğru ilerliyordu. O gün... O gün konservatuara kabul edilmiştim, dedi cılız bir sesle. Sonra kendi oturduğu taburenin başında toplanan kalabalığı anımsadı. Masaya yığılıp kalan babasını, annesinin bağırışlarını, ağlama seslerini, insanlardaki telaşı... Hepsini, her şeyi…Hatırladı. Kendine doğru yürüyen çocuksa olduğu yerde durmuştu. Öylece kalakalmıştı. Dikkatle bakınca çocuğun yeşil gözlerinde babasının ölümünü gördü, omuzlarındaysa yıkılan bir dünya. Saniyeler içinde o çocuk büyüdü ve Mustafa bir yabancıymış gibi buna şahit oldu. Pidecinin dört duvarı arasındaydı, fırının başındaydı. Yani o genç adam şimdi pekte genç sayılmazdı.

Oturduğu yerde ter kana batmıştı. Derin nefesinde biriken ahlar havaya karışıyordu. Kız kardeşi ısrarla ona seslenmeseydi, bedeninin ait olduğu dünyaya dönmek aklına bile gelmezdi.

-Ne oldu Ayşe, diye bağırdı kıza.

-Abi bak ne buldum.

-Ne buldun? Demesiyle kızın elindeki bagetleri fark etmesi bir oldu. Kırık bagetler ona göz kırpıyordu.

-Senin miydi bunlar?

-Eskiden benimdi, çok eskiden.

Kız Mustafa'nın bakışlarındaki buğulanmayı fark etti. Hemen çubukları abisinin ellerine bırakıp ben sepetleri anneme götüreyim, diyerek kilere yöneldi.

Mustafa bagetlerle baş başaydı. Uzun uzun baktı onlara. Kayıp yılları avuçlarındaydı sanki. Kayıp... Evet kayıp... Buldum onları diyerek atıldı. Kırıklar ama olsun hala iş görürler, dedi ve gözlerini yumdu. Bagetleri kafasının içindeki bateristin ellerine tutuşturdu. Sadece dinledi. Sert, baskın, kavgalara karışan bir ritimdi kulağındaki. Karadeniz'in dalgalarında gibiydi, su yuta yuta kulaçlar atıyordu. Dingin bir deniz ve sakin bir müziğe düşlerinde dahi yer yoktu.