Safari

Elif Sena Ergin

Kelimeler: Pide, Hurma, Davul

Not: Ek zorluğu kullandım: öyküde Ramazan ayıyla alakalı hiçbir ima yok.

Safari

Ne kadar özgür olduğumu kendime kanıtlayacaktım oysa. O bir türlü koparamadığım göbek bağımı keskin bir makasla kesiverecektim. Kimseye ihtiyacım yoktu, sana da ihtiyacım yoktu işte. Ben, kendi ayaklarının üzerinde durabilen, bağımsız, güçlü kadın...

Öyle ya, maaş hesabımı ayırmıştım, kaç aydır benim, yalnızca benim tasarrufumdaydı kazancım. Yıllık iznimi senin köyüne gideceğimiz günlere saklamayacaktım artık. Fındık bahçesinde bedavaya amelelelik yaparak geçmeyecekti kırk yılın başında çıktığımız “tatiller”. Kırk yaşındaydım, bir gün olsun, bir gün diyorum, bir günümü canım nasıl istiyorsa geçirememiştim. Artık tüm bunlar değişebilirdi.

Mısır turuna bir anda kaydoldum. Ansızın. Kendime ne istediğimi sorduğumda aklıma gezmek geldi. Tur şirketinin sitesinde Mısır’ı gördüm ve kaydoldum. Bu kadar. Maceram böyle başladı.

İlk defa yalnız başıma uçağa bindim. Dilini bilmediğim bir ülkede yapayalnız olma fikri beni korkutuyordu. Neyse ki tur şirketi tüm yolcuları havaalanında karşıladı ve bizi otelimize onlar yerleştirdi. Özgürlük böyle bir şey miydi? Birinin himayesinden başka birinin himayesine geçmek mi?

Bir haftalık bir gezi olacaktı, üç farklı şehirde bizi gezdirebilecekleri kadar gezdireceklerdi. Tura kaydolurken bir anlık bir dürtüyle hareket etmiş olsam da temkinli ve tedbirli kişiliğim tekrar yönetimi eline almış ve beni günler boyunca gece yarılarına değin süren bir araştırma rutinine sokmuştu. Bilirsin beni. Tur hakkındaki her şeyi Mısır’a dair başka birçok malumatla birlikte öğrenmiştim. Hangi gün nerelere gidilecek, Mısır’ın neleri meşhur, neleri meşhur değil, Mısır tarihinde günümüze kadar neler oldu, ülkenin politik durumu nasıl, suç oranları ne alemde, nüfus artış oranı kaç, en lezzetli lokanta nerede, eğitim sistemi nasıl...

Güzel bir turdu. Ta ki beşinci güne kadar. Aksilikler telefonumu geceden şarja taktığımı sanmamla başladı. Telefonumun şarjı bittiği için sabah kurduğum alarm çalmadı. Uyandığımda kahvaltıya geç kalmıştım. Apar topar hazırlandım ve karşıma çıkan ilk marketten bir pide, küçük bir paket peynir bir de portakal suyu alıp sırt çantama tıkıştırdım. Koştur koştur tura yetiştim. Bugün çöl safarisi günüydü. Önce otobüsle epey bir yol gittik, çöle vardığımızda hepimizin altına birer atv verdiler. Uzun uzun araçların nasıl kullanıldığını anlattılar. Israrla rehberi takip etmemizi söylediler. Acemisi için çöllerin ölümcül olabileceğini, kafamıza göre hareket etmememiz gerektiğini tekrarladılar. Bir an önce bu havalı motorları sürmek için sabırsızlandığımdan nasihat faslı bitmek bilmedi gibi geldi.

Kasklarımızı başımıza geçirdik ve rehberimiz öndeki araçta biz arkasında onu takip ederek yola çıktık. Çöl uçsuz bucaksız bir sarılıktı. Arada esen rüzgarlar kum tepelerinin şekillerini mütemadiyen değiştirdiği için mihenk taşı görevi görecek bir işaret yoktu, yön duygusunu kaybetmek an meselesiydi. Tepemizdeki güneş, gözlüklerimizin camlarını zorluyordu. Rüzgarla uçuşan kum taneleri ellerimizi kesiyordu.

Ve işte olan oldu. Kullandığım atv birden istop etti. Yeniden çalıştırdım, biraz daha ilerledim ki tekrar durdu. Grubun en arkasındaydım. Motoru bir kere daha çalıştırmayı denedim, bana mısın demedi. Bir baktım ki grup çoktan gözden kaybolmuş, çölün ortasında yapayalnız öylece kalmışım. Başta epey sakindim, birazdan motoru çalıştırıp biraz da gaza yüklendim mi onları yakalardım. Hem benim yokluğumu fark etmeyecek değillerdi ya. Rehberin işi neydi? Arkasındaki insanları on dakikada bir sayması gerekmez miydi, çölün ortasına götürdüğü turistleri kollaması gerekmiyor muydu? İnsanları ölüme terk etmek öyle kolay mıydı?

Ölüm fikri aklıma geldiği gibi paniklemeye başladım. Ellerim zangır zangır titrerken anahtarı çevirmeye çalıştım tekrar tekrar kaydı parmaklarım arasından, düğmelere bastım, düğmeleri yumrukladım, ağladım, bağırdım. Motordan inip koşmayı düşündüm. Koşarak gruba yetişebilir miydim? Yolumu kaybetmeden takip edebilir miydim izlerini? İzleri duruyor muydu? Tam o sırada bir kum fırtınası başladı. Motorun yanına çömelip fırtınanın dinmesini bekledim. Kaskıma çarpan kum taneleri kafamın içinde dehşetle yankılanıyordu. Etrafta bir şey seçebilmek imkansızdı, gökyüzü ve yeryüzü bir olmuş, kirli sarıda hemfikir olmuşlardı.

Birdenbire bir çaresizlik hissi tüm benliğimi sardı. Bu kabustan kurtulamayacağımı fark ettim. Uyandığımdan beri ağzıma tek lokma koymamıştım, bu çölde ya açlıktan ya susuzluktan ölecektim. Aklıma çantamdaki öteberi geldi, seyahatten önce Mısır’a özgü yiyecekleri araştırırken baladi pidesinin ve rumi peynirinin ömrümdeki son lokmalar olacağını nereden bilebilirdim?

Kum fırtınası çok sürmedi, yavaş yavaş duruldu ortalık. Rüzgarın sakinlemesiyle birlikte ben de sakinleştim. Yola yürüyerek devam edecektim. Tur rehberi yokluğumu fark edecekti elbette, geri dönmeye kalktığında beni ne kadar erken bulursa o kadar iyiydi. Ama yürüyebilmek için enerjiye ihtiyacım vardı. Çantamdan pideyi ve peyniri çıkartıp çölün ortasında son pikniğimi yaptım. Portakal suyunu idareli kullanayım demiştim ama aklıma geldiğinde çoktan sonuna kadar içmiştim. Sakin ol, dedim kendi kendime, kimse birkaç saat susuz kaldığı için ölmez. Ölümle burun buruna gelen ilkel benliğimi sağduyuya davet etmeye beyhude yere çabalıyordum.

Yürümeye başladım, yerdeki belli belirsiz teker izlerini takip etmeye çalışıyordum. Ama bunlar gerçekten teker izi miydi, göz yanılsaması mıydı emin olamıyordum. Zaman kavramımı yitirmiştim. Saatlerdir yürüyor gibiydim ama bu dakikalar da olabilirdi, belki de günlerdir yürüyordum. Aklıma türlü türlü şeyler geliyordu. Aklıma sen geliyordun. Aklıma kavgalarımız geliyordu. Aklıma seninle vedalaşamadan bu dünyadan ayrılacağım geliyordu. Aklıma acaba sana haksızlık mı ettim sorusu geliyordu. Bilmiyorum duydun mu beni, tüm yol boyunca seninle konuştum. Seni bir daha ziyaret etmeyecektim sözde, her akşam uykuya dalmadan önce sana uğrardım, haberin yok tabii senin, hayalimde biraz sohbet ederdik, her akşam, bu son derdim, artık yok, o adam artık hayatında değil, onu ziyaret etmeyeceksin daha, açıp fotoğraflarına bakmayacaksın... Ama itiraf ediyorum işte, çölde ölmeden önceki akşam da ziyaret etmiştim seni. Ölürken de işte, seninle konuşuyordum. Belki özür bile diledim senden, nereden bilebilirsin...

Özgürken ölmek daha bir ihtimal dahilindeymiş. Yanımda sen olsaydın, beni buraya sen getirmiş olsaydın bir yolunu bulurdun beni yaşatmanın.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Güneş hâlâ tepedeydi, sanki bir santim bile oynamamış gibiydi yerinden. Ben yürüyordum ve yürüyordum ve yürüyordum. Dilim damağım kurumuştu. Başıma güneş geçecek diye korkuyordum. Karnım acıkmıştı, belki saatler geçtiği için, belki sadece acıktığımı sanıyordum, bilmiyorum. Yolumu kaybettiğime emindim. Yerde teker izlerine benzetebileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Birbirinin aynısı kumulların üzerinde yürüyordum. Ayakkabılarımın içi kumlarla dolmuştu.

Durup kaderime razı gelmeye karar verdim. Yorulmuştum, bitkin bir haldeydim. Kimsenin beni kurtarmaya geldiği yoktu. Sırt çantamı yastık yapsam, yatıversem şuracığa, soğuktan donarak ölenler gibi, uykuda ölebilir miydim acaba?

Tam bunu düşünürken ileride belli belirsiz bir yeşillik gördüm. Serapların methini çok duymuştum, gördüğüm bir serap mıydı yoksa gerçekten bir vaha mı? Ne olduğunu öğrenmek için oraya yürümek zorundaydım. Yürüdükçe daha net seçilir oldu, palmiyeler vardı, bir su birikintisi, bir göl belki, nasıl heyecanlandım. Biliyorum bunun çok gerçekçi bir serap olmasından endişe ediyorsun ama korkma, capcanlı bir vahaydı bu. Oraya vardığım gibi gölün kenarına eğilip korka korka bir avuç su aldım, tatlıydı su, dünyanın en tatlı suyuydu belki de, beni ölmekten kurtardığı için.

Palmiyelerde salkım salkım hurmalar vardı. Kendimi bir şekilde ödüllendirilmiş hissettim. Senden nihayet özür dilediğim için miydi tüm bunlar? Bak işte, ağzımdan kaçırdım, evet özür diledim senden, özür dilerim. Aile olmanın nesi o kadar zoruma gitti bilmiyorum. O içi boş özgürlük türküsünü ne ara tutturmaya başladığımı bilmiyorum. Belki dolduruşa geldim, belki kendi kendime kurdum, belki küçük bir aile olma huzurunu kendime çok gördüm ve huzurumuzu kaçırmak istedim. Neyse işte, söyledim gitti.

Hurmalara uzandım, olgun olgun, nasıl lezzetli, nasıl tatlı... Ağacın dibine oturdum, sırtımı yasladım gövdesine. Suyu izledim. Rüzgarın sesini dinledim. Burası iyi hoştu ama hâlâ geri nasıl döneceğimi bilmiyordum. Sönmeye yüz tutan umutlarım yeşermişti bu vahayla birlikte, sana biraz daha hakkını verirsem yolum otele çıkacaktı, hissediyordum.

Biraz daha taze hurma topladım, portakal suyu şişesinin içine de göletten su doldurdum. Karnım toktu, dinlenmiş ve tazelenmiştim. Ölmekten korkmuyordum artık. Ölme ihtimalini çoktan unutmuştum bile. Aklımda yalnızca sen vardın. Bu çölden çıktığımda karşımda seni bulacağımdan o kadar emindim ki. Bana kollarını açacak mıydın sanki hiç gitmemişim gibi? Affedecek miydin beni?

Tekrar yürümeye başladım. İşte o zaman duydum sesleri. Hayal filan değil, davulun o uzaktan hoş gelen sesi ve olmazsa olmaz eşlikçisi zurna. Belli belirsiz böyle, bir an rüzgarla kulağıma çarpmış gibi. Hemen sese doğru yöneldim, yürüdükçe şiddeti arttı seslerin, şarkı söyleyen insan sesleri karıştı araya, tef çınçınları, alkışlar, coşkulu çığlıklar... Anladım. Bizim düğünümüzdü bu. Beni annemlerin evinden almaya gelmiştiniz. Apartmanın önündeydiniz. Tüm mahalle kapılara pencerelere çıkmıştı, alkışlar, ıslıklar. Anlam veremezdim hiç, iki insan evleniyor işte altı üstü, ne bu şamata değil mi? Halbuki iki insanın milyonlarca insan arasından birbirini bulması kadar mucizevi başka bir şey yokmuş şu dünyada.

Hayır hayır, delirmedim. Bizim düğünümüzün üzerinden yirmi sene geçti, bu düğün başka düğün, biliyorum. Yakınlarda bir köye varmıştım, Türk düğünlerine çok benziyordu, bizim düğünümüze de çok benziyordu. İnsanlar neşeyle oynuyor, şarkılar söylüyorlardı.

Sonrasını anlatmama gerek var mı? Sonrası bu kadar heyecanlı değil. Telefonumu şarj ettim, rehbere ulaştım o da beni almak üzere bir araba gönderdi. Şu an oteldeyim. Turun bitmesine hâlâ iki gün var. Ama sana bunu erkenden sıcağı sıcağına yazmak istedim. Beni karşında görünce şaşırıp kalmanı istemedim. Yanına geleceğim. Senden af dileyeceğim. Bir de topladığım hurmalarla sana evlenme teklif edeceğim.

O zamana dek hoşça kal.

Senin.