İşte yavaş yavaş ölüyorum. Çekik gözlü yabancı elindeki hurmayı tezgaha bıraktı. Dükkandaki müşteriler olanları görmemişti. Pidelerini yemeye devam ettiler. Arkamda hamura şekil vermekle meşgul olan kalfa, bir gariplik olduğunu sezdi. Yanımıza geldi. Gözünü yabancıdan alamadı.
- Usta? dedi çekinerek, iyi misin?
- İyiyim oğlum, iyiyim. Sen kıymalı pide at misafirimize, uzun yoldan geldi, açtır. Acısını da bol koy, o sever dedim.
Yabancı, konuşmamızdan bir şey anlamıyor, boş gözlerle beni seyrediyordu. Aldığım derin nefesi verirken iskemleye çöktüm.
- Evladım, Murat, şu bizim türküyü aç bakalım.
- Hemen usta dedi. Ellerini önlüğüne sildi, kasedi teybe koydu. Teybi çalıştırdı.
“Çalın davulları çaydan aşağıya
Aman aman
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya”
Nasıl da gözümde tütüyor. Onu son gördüğümde küçücük bir kızdı. Annesinden çok bana düşkündü. Etrafımda dönüp durdukça kıvır kıvır sarı saçları ahenkle uçuşurdu. Küçük yaşına rağmen çok zekiydi. Boynuz kulağı daha o vakitler geçmişti aziz okuyucu. Kimbilir, belki de Seiko Usta’nın eline doğduğu için bu kadar yetenekliydi.
Gençliğimde Uzakdoğu savunma sanatlarına merak sarmıştım. Birkaç tanesini denedim. Fakat beni tatmin etmiyordu. Bunlardan birinde siyah kuşak olsam dahi, benden daha yetenekli biri tarafından yenilebilirdim. Nedense böyle bir vehme kapılmıştım. Çaresiz bir şekilde kurs kurs gezerken ninjutsuyla tanıştım. Kursa devam ettiğim daha ilk haftada anlamıştım, aradığım şey ninjutsuydu. Bütün vehimlerimi yok edecek kadar sağlam bir felsefesi vardı ninjutsunun. Doğrusu bunda Muammer Usta’nın da payı büyük. Zira gerçek bir ninjutsu sanatçısıydı.
Beş yıl boyunca kursa devam ettim. Muammer Usta’nın en gözde ninjasıydım. Zamanla ben de çocuklara eğitim vermeye başladım. Gün geçtikçe yetkinliğim artıyordu. Fakat benim aklım hoda korosu tekniğindeydi. Türkiye’de pek bilinmiyordu bu. Ustam hoda korosu öğrenmemi istemiyordu. Bu çekimserliğine anlam veremiyordum, beni neyden koruyordu? Ve neden koruyordu?
Üniversite eğitimimi yarıda bırakmıştım. Gecem gündüzüm kursta geçiyordu. Haftasonları da kursta öğrencilerimle birlikteydim. Ailem bu durumdan hiç hoşnut değildi. Annem sürekli söyleniyordu. Sabah erken çıkıp gece geç geldiğim için babamla nadiren karşılaşıyorduk. O anlarda da babam bana esefle bakıyordu. Annem demişti bir seferinde, “Madem okumadı bu çocuk, bari dükkana yanıma gelsin, aile mesleğimizi devam ettirsin.” demiş babam benim için. Ben okulu ninjutsu uğruna bırakmıştım, hiçbir emek vermemişim gibi ninjutsuyu bırakıp hamur mu yoğuracaktım?
Annem ve babamla görüşmemek için artık eve daha az uğruyordum. Bu sayede bütün dikkatimi ve vaktimi ninjutsuya verebiliyordum. Ustamın evi de kursa çok yakındı. Tek kızı Mualla ile yaşıyordu. Bilirsiniz, bu Uzakdoğu sanatlarında ustaya saygı çok mühimdir. Ustamın hanımına ne olduğunu hiç sormadım, o da söylemedi. Ustam bazen bana Mualla Hanım’ın yaptığı yemeklerden getirirdi. Yine bana yemek getirdiği böyle bir gün beni karşısına aldı.
- Bak evladım, dedi. Seni yıllardır tanıyorum. Ne kadar azimli, sadık ve fedakar olduğunu biliyorum. Eğer kabul edersen, seni kızım Mualla ile evlendirmek isterim.
Çok şaşırmıştım. Böyle bir ihtimal hiç aklıma gelmezdi. O güne kadar Mualla Hanım’ı da hiç görmemiştim. Ama ustamın damadı olmak… Böyle bir paye beni nasıl sermest ediyordu! Kabul ettim. Mualla Hanım’la görüştük ve evlenmeye karar verdik.
Babamın itirazlarına, annemin gözyaşlarına rağmen düğün hazırlıklarına başladık. “Eğer o kızla evlenirsen seni evlatlıktan reddederim!” diyordu babam. Annem inanamıyordu, “Evladımın aklına girdiler, biricik oğlumu kandırdılar!” diye ağlıyordu. Mualla’yı seviyordum. Muammer Usta’ya sadıktım. Bütün hayatım ninjutsu olmuştu. Her şeyin düzeleceğine inanarak hazırlıkları yaptık. Düğüne babam gelmemişti. Annem de kederli bir şekilde salonda oturmuştu. Bir daha annemi görmedim.
Mualla Hanım’la kursa yakın bir ev tuttuk. Ninjutsu derslerime aralıksız devam ediyordum. Fakat hoda korosu öğrenme isteğim daha da artmıştı. Mütemadiyen ustama bunu söylüyordum. Yeteri kadar sızlanmış olmalıyım ki, bir gün ustam yine beni karşısına aldı.
- Bak evladım dedi. Bu işler sandığın kadar kolay değil. Seni vazgeçirmek için çok uğraştım ama ikna olmadın. Madem bu kadar çok istiyorsun, sizi Japonya’ya Seiko Usta’ya göndereceğim. Seiko benim arkadaşım, eskiden birbirimizin arkasını kollardık biz Seiko’yla. Diğer ninjalara nisbeten aklı başında biridir. Sizi korur kollar.
- * *
İşte yavaş yavaş ölüyorum. Çekik gözlü yabancı iştahla pidesini yiyordu. Ağzı yandıkça ağzını havayla dolduruyor, soğuk ayrandan içiyordu. Mendebur! Az vaktim kalmıştı. Türkü hâlâ devam ediyordu. Gözlerimden süzülen yaşa mani olamadım.
“Aman ecel canım ecel
Üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı
Götür yare ver”
Oturduğum yerden masanın çekmecesine uzandım, kartviziti çıkardım. Demek bugüne kısmetmiş.
- Murat! Evladım! Gel bakayım buraya.
- Buyur usta.
- Al evladım bunu.
Murat kartviziti aldı, okudu. Bana baktı. Anlamadı belli ki.
- Yarın ilk iş bu adrese gidersin.
Murat tekrar baktı karta.
- İyi de usta, ne işimiz olur ki avukatla.
- Sen dediğimi yap oğlum. Selamımı söyle sen ona, de ki Muhsin Usta’nın size selamı var. Benim adımı duyunca o sana ne yapacağını söyleyecek.
- Sen nasıl dersen usta.
- Tamam, hadi bak şimdi işine.
Hurma hâlâ tezgahın üstünde. Zavallı Münevver. Japonya’dan İstanbul’a dönmüştük. Mualla Hanım, kızım Müberra ve öldürülen arkadaşımın kızı Münevver. Seiko Usta’yı öldürmüşlerdi. Gazetelerde “BÜYÜK NİNJUTSU USTASI SİROZDAN ÖLDÜ!” diye yazdılar ama biz biliyorduk ustayı öldüren nedir, kimdir. Ustanın düşmanları bize de rahat vermedi. En yakın arkadaşım o karışıklıkta öldü. Farklı yerlerden gelip ninjutsuda ustalaşmak için Seiko Usta’ya öğrenci olmuştuk. Onun yokluğunda da memleketlerimize dönmekten başka çaremiz yoktu.
Yeni bir hayata başlıyor gibi döndük İstanbul’a. Ben değil ninjutsu bilmek, Uzakdoğu nerede onu bile gösteremezmiş gibi yaşıyordum. Muhtelif ve alakasız işlerde çalıştım. Evimize saldırılar düzenleniyordu sürekli. Bir semtte uzun süre oturamıyorduk. Son uğradığımız saldırıda evimiz küle döndü. Biricik refikam Mualla Hanım’ı kaybettik. Tek başıma kızlarımı koruyamayacağım ortadaydı. Mualla Hanım’la beraber kızlarım için de cenaze töreni düzenledim ve onları farklı yerlerdeki yetenekli arkadaşlarımın yanına gönderdim. Aaah ah. İnsan acısını bir kenara bırakıp hayatına devam etmek zorunda muhterem okur. Ne yapayım, Aydın’a gidip pide dükkanı açtım ben de. Baba mesleği.
Fakat mukadderata mani olunmuyor. Çekik gözlünün tek hamlede nefesimi kestiği hurmaya bakarsak, Fas’taki arkadaşıma emanet ettiğim Münevver’in akıbeti de fena demektir. Babasına kavuşmuş olsa gerek.
Merak ediyorsun değil mi okur, onca girdiğin zahmete değdi mi, hoda korosu öğrenebildin mi? Yeteri kadar değil. Çekik gözlünün hurmayla yaptığı hamleye mukabele edecek kadar dahi öğrenememişim anlaşılan. Kızım Müberra da benim kadar biliyordu. Kaç yıl oldu, Seiko Usta’nın en iyi hoda korosu talebesi olan Selanikli arkadaşım Müberra’ya bildiği her şeyi öğretmiştir, değil mi okur?
İşte yavaş yavaş ölüyorum. Çekik gözlü yabancı pideyi bitirmiş, ayranının da sonunu kafasına dikiyordu. Boğazına dursun!
- Oğlum, kaseti çevir de türküyü bir defa daha dinleyelim.
- Tamam usta dedi Murat, yarın pide ustası olacağından habersiz.
“Çalın davulları çaydan aşağıya
Aman aman
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya”
Müberra’nın arkasından dinlemeye başladım bu türküyü. Hiçbir zaman da anlam veremedim; düğün dernekte çalınan davul nasıl olur da yasta çalınır, böyle bir ağıda isim olur? Son duyduğum davul bu olsun, son söyled...