İstendiğinde Gelen

Mehmet Faruk Kurt

İSTENDİĞİNDE GELEN (Usta - Çırak Öyküleri 2)

Mehmet Faruk Kurt

“Usta” dedi Çırak, “merak ediyorum, bu değirmenin suyu nereden geliyor? Yani yaptığımız şeylerin hiçbirini satmıyoruz ama sürekli ihtiyacımız olan ne varsa alıyoruz. Nasıl oluyor?”

Başını masadaki işinden kaldırmış çırağını dinleyen Usta, bu sözleri duyunca gülümsedi. Sonra sağ eliyle masasının sağındaki üç çekmeceden en üsttekini açtı. Bir tane hurma çekirdeği çıkardı. Elini yumruk yapıp başparmağıyla çekirdeği çırağa doğru fırlattı. Çırak döne döne kendisine gelmekte olan hurma çekirdeğini iki eliyle havada yakaladı. Avucunu açtığında elinde bir hurma çekirdeği değil, bir akçe gördü. Hayretler içinde bir avucuna, bir ustasına baktı. “Koş!” dedi Usta, “Bir tane sıcak pide getir bize. Yalnız berideki fırından alma. Birkaç sokak yürü, davul sesi duymaya başlayacaksın. O sesi takip et, davul çalan adamın hemen yanındaki fırından alacaksın.”

Çırak bu işe bir anlam veremese de Usta’nın dediğini yaptı. Pideyi getirdiğinde Usta bıçakla peynir dilimlemiş onu bekliyordu. Pideyi aldı, ikiye böldü, yarısını çırağa uzattı. “Dikkat et! ” demek için ağzını açmıştı ki, daha ilk hece ağzından çıktığında Çırak pideden bir lokma ısırmış ve dişinde tarifsiz bir acı hissetmişti bile. Çırak sağ elinin baş ve işaret parmağıyla dişlerini sıkarken Usta pideyi çırağın elinden almış, çırağın dişlerini acıtan sert cismi pidenin içinden çıkarmıştı. Çırak gördüğü şey karşısında dişinin acısını unuttu. “Bu” dedi, “Bu altın!”

“Öyle.” dedi Usta, “Altın.”

“Nasıl olur, pidenin içine altın nasıl girer Usta?”

“Öyle bir girer ki. Bu altın var ya evlat, öyle bir altındır ki nerede işlendiyse dönüp dolaşıp oraya gelir. Hem de sahibi ne zaman isterse. Bundan birkaç ay önce sarrafta bozdurdum bu altını. Sonra ne mi oldu? Bilmiyorum. Sarraftan bir tüccara geçmiştir, tüccar kumarda kaybetmiştir, kumarbaz meyhanede yemiştir, meyhaneci yolda düşürmüştür, delinin biri bulup cebine atmıştır, annesi delinin cebini karıştırırken altını bulmuştur, bozdursun diye fırında çalışan oğluna vermiştir, cebinin delik olduğunu fark etmeyen oğlan fırında hamurun içine düşürmüştür, o hamurdan yapılan pide de sana nasip olmuştur. Böyledir ya da başka türlüdür ama gerekirse her türlü imkânsız olay gerçekleşir, yine de o altın dönüp dolaşıp buraya gelir. Bu altın buraya gelebilmek için kendi kaderini kendisi çizer evlat.”

Çırak altına yakından bakmak için almak istedi. Eline alıp üzerini incelediğinde çok ince işlenmiş desenler, anlaşılması mümkün görünmeyen yazılar fark etti. Usta’ya geri uzattığında Usta almadı, “Değirmenin suyunu mu merak ediyorsun, git altını sarrafa bozdur. Sana ne teklif ederse etsin, sadece yüz akçe iste. Paranın on akçesiyle gelirken hurma al.” dedi. Çırak tam kapıdan çıkacaktı ki, “Ha unutmadan” dedi Usta, “Davulun sesini takip et. Sarraf için de, hurma için de.”

Çırak dışarı çıktı, yürümeye başladı. Birkaç sokak ilerledi, davul sesinden eser yoktu. Yürümeye devam etti. Yürüdü, yürüdü. Şehrin dışına çıktı. Yanlış yöne mi yürümüştü bilemedi. Geri mi dönseydi acaba? Sonra aklına, ilk geldiği gün ustasının söylediği sözler geldi. “Sen kimselerin sahip olmadığına sahip olacaksın. Dünya senin etrafında dönecek artık. Her şey sana hizmet etmeye hazır bekliyor. Yağmur yağdığında ıslanmayacaksın. Güneş açtığında kavurmayacak seni. Zehir içsen su olacak sana. Yanlış yöne yürüdüğünü bilsen bile yürümeye devam edeceksin. Gerekirse yer yerinden oynar da seni doğru yere çıkarır.”

Yürümeye devam etti. Bir ormanlık alana geldiğinde uzaklardan davul sesini işitir gibi oldu. Adımlarını sıklaştırdı, bazen eğilip kulağını yere dayadı. Sonunda sesin geldiği yönü kestirdi ve o tarafa doğru yürüdü.

Davul sesi bir düğünden geliyordu. Davulcu meydanın tam ortasındaydı. Etrafta bir dükkân olduğuna dair en ufak bir alamet de yoktu. İkindi vakti henüz çökmüştü. Eğlence yeni başlıyor gibiydi. Sessizce insanları izlemeye koyuldu. Herkesin kıyafetini, duruşunu, hareketlerini inceliyor, gördüklerinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Kırmızı siyah kaftanlı iri yarı bir adam çarptı gözüne. Onu izlemeye koyuldu. Biraz sonra adamın yanına bir başkası yaklaştı, kesesini çıkarıp salladı, kaş göz işaretiyle adamı çağırdı. Adam hin bir bakışla ayaklandı, ikisi birlikte yürümeye başladılar. Çırak da onları takip etti. Bir süre yürüdükten sonra küçük bir barakanın önünde durdular. Kaftanlı adam cebinden anahtar çıkardı. Onları takip eden kimse var mı diye etrafına göz attı. Çırak kendini bir çalının arkasına gizlemişti. Adam kapıyı açtı, içeri girdiler. Çırak onlar içeri girerken peşlerinden koştu. Kapı kapanmadan yetişti.

“Dur ihtiyar!” dedi, “Sen sarraf olmalısın.” Adam şaşırdı, “Nereden biliyorsun?” diye sordu, sorarken de kolundan tutup içeri çekti. “Boşver nereden bildiğimi.” dedi Çırak, “Kimseye görünmedim, kimseye de demem kim olduğunu. İşimi gör benim, o yeter.” Cebinden altını çıkarıp sarrafın eline bıraktı.

Sarraf altına bakınca heyecanlandı, eline mercek alıp altını incelemeye koyuldu. O kadar uzun süre inceledi ki, en sonunda öteki adam “Benim işi hallet ihtiyar, sonra bakarsın işine!” demek zorunda kaldı. Öteki adamın getirdiği altınları bozan sarraf, çırağa oturmasını söyledikten sonra tekrar altını incelemeye koyuldu. Karanlık çöktü, sarraf gaz lambasını yakıp altını incelemeye devam etti. En sonunda ayağa kalktı. “Bu altının” dedi, “kıymeti çok. Benim olmasını çok isterdim ama ederini karşılayamam.” “Ederi ne kadar ki” diye sordu Çırak. “Ben diyeyim bin beş yüz akçe, sen de iki bin.” Çırak gözlerini kocaman açtı, “Yaa!” dedi, “Peki neden?” “Benden duymuş olma ama bu altın büyülü bir altın. Kim buna sahip olursa yokluk görmez, malına mülküne kıymet, bereket biner, her işi rastına gider. Ama yine öyle bir altın ki bu, durmak istemediği yerde durmaz. Nankörlüğü, hileyi sezer. Ben senden bunu ederinin çok altına alabilirdim. Ama öyle yapsaydım ilk fırsatta beni terk ederdi. Bunu senden alamam evlat. Sana da kimseye satmamanı tavsiye ederim.” “Peki,” dedi Çırak, “ya ben bütün bunları bildiğim halde, gönül rızasıyla ederinin çok altına verirsem bu altını sana ne olur?” “Yine de riskli. ” dedi Sarraf, “Beş yüz akçeye bile versen almam.” “Yüz akçe. ” dedi Çırak. Sarraf beklemediği bu teklif karşısında şaşırdı, düşündü, düşündü. Bu kadar düşük bir ücrete böylesi bir hazineye sahip olma fırsatını geri çeviremezdi. “Emin misin?” diye sordu. Çırak “Eminim.” dedi. Sarraf yüz akçeyi getirip çırağın eline saydı. Çırağı gönderdikten sonra altını boş bir keseye kattı, keseyi kaftanının içine dikti.

Çırak ayın ışığında yönünü tayin ederek gerisin geriye eve dönüyordu. Fakat bu saatte hurmayı nereden, nasıl bulacağı düşüncesi de içini kemiriyordu. Ne bir dükkân açık olurdu bu saatte, ne de bir davulcu davul çalardı. Fakat bu endişesi uzun sürmedi. Şehre doğru yaklaşırken uzaklardan bir davul sesi daha işitti. Adımlarını sıklaştırdı, bazen eğilip kulağını yere dayadı. Sonunda sesin geldiği yönü kestirdi ve o tarafa doğru yürüdü. Birkaç evden oluşan küçük bir meskene vardı. Ortada biri davul çalıyor, etrafında dokuz on çocuk eğleşiyorlardı. Biraz onları seyrettiğinde fark etti ki davulu çalan bir deli. Çocuklardan birine yanaştı, “Burada” dedi, “Hurma satan biri var mı?” “Var.” dedi çocuk, eliyle en yakındaki evi işaret ederek “Orada oturuyor.”

Çırak eve doğru yürümeye başlamıştı ki içeriden boynuna asılı ufak bir sepetle bir adam fırladı. Arkasından da elinde süpürgesiyle hırçın bir kadın çıktı kapıdan. Kadın bağırıyordu, “O hurmaları satmadan gelme bu eve. Vallahi sokmam seni şu kapıdan içeri anladın mı?” Adamın “Yapma sultanım, etme kuşum” sözleri “Defol git”ten başka bir karşılık bulmuyordu. Adam evden uzaklaşırken Çırak aniden karşısına dikildi adamın. Gözleri yaşlı adam “Sen kimsin?” dedi çırağa. “Hızır” dedi Çırak. Adam şaşırdı. İnanmadı. Düşündü sonra. Neden olmasındı. “Öyleyse” dedi, “Yardım et bana. Hurmalarımı al.” “Hepsi birden kaç akçe?” diye sordu Çırak. Adam şöyle bir sepetine baktı, “Dört akçe eder.” dedi. Çırak kesesinden on akçe çıkarıp adamın eline bıraktı. “Hepsini ver.” dedi. Adam sorgusuz sualsiz sepeti boynundan çıkardı, “Al.” dedi, “Sepet hediyem olsun.” Sonra koşa koşa evine gitti.

Çırak sepeti boynuna astı, vakit kaybetmeden yürümeye başladı. Yönünü kaybetmişti ama bir önemi yoktu bunun. Nasıl olsa yol onu eve götürecekti.

Gece geç vakit eve vardığında Usta uyumamış onu bekliyordu. Çırak baygın, bitkin, kendinden geçmiş bir halde sepeti yere indirdi. “Usta!” dedi, “Ben bu haldeyken hurmadan akçe yapmayı öğrenemem.” Usta güldü. Hurmalardan birini aldı, afiyetle yedi. Çekirdeği aldı, elini yumruk yapıp çekirdeği başparmağıyla havaya attı, iki eliyle havada tuttu. Elini açtı. Elinde bir akçe vardı.

*

Sarraf keseyi kaftanının içine diktikten sonra heyecanla barakasından çıkmış, evine doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Yüzündeki gülümsemeyi karşısına çıkan bir don bir gömlek kalmış, eli sopalı bir adam kesti. “Her şeyimi çaldılar. ” dedi adam, “Üşüyorum. Bana kaftanını ver.” “Olmaz!” dedi Sarraf, “Veremem. Ben cömert bir adamım. Akçe iste vereyim, evime gel doyurayım ama kaftanımı isteme.” “Olmaz!” dedi adam sopayı havaya kaldırarak, “Kaftanını ver.” Sarraf anladı ki altın kendisini sahip olarak seçmemiş. Kaftanını çıkarıp adama vererek hızla evine yürüdü.

(Üçüncü usta-çırak öyküsü:

https://docs.google.com/document/d/17bdjQFrmmsXZOjTFuOpt19x-_tm4YA0D6pWracyu9cw/edit )