Yığılıp kaldı ruhuna hayaller arsız kargalar gibi. Toplamaya mecali yoktu dağılıp giden düşlerini. Ulu dağlardaki ürkek ceylanlar gibi bakıyordu gövdesine saplanan gözleri. Yeniden toparlanmaya her yeltenişinde, dermansız kalan ruhunu doğrultmayı bir türlü beceremiyordu.
Al yanaklarına hüzün çökmüş Aylin bekliyordu kuytularda hoyrat yarınlarını. Bekleyişin eşiğinde paslanan bakışlarını ufka gömerek unutmaya çalışıyordu heba olup giden yıllarını. Ne çabuk kaybolup gitmişti gençlik denen muamma. Oysa ne hayalleri vardı. Yılları takvimlerde eskitip geçmişin kuyusuna atınca hayalin yalnızca avuntu olduğunu anladı. Bu fark edişin yüreğine sapladığı hançerin açtığı yarayı kapatamadı sönmeye yüz tutmuş umutları.
Akşamüstü hüznü çökmüştü yine üzerine. Bahçenin en kuytu yerine oturup batan güneşi seyretti. Geçip giden hayatını düşündü yine. Artık düşünmek istemiyordu. Zihnini kuşatan geçmişin sesinden kurtulmak istiyordu ama nafile. Yıllar önce çok sevdiği nişanlısı Mehmet’in şehadet haberini aldıktan sonra hayatı hiç beklemediği bir yola girmişti. Sevdiğinin şehitlik gibi kutlu bir mertebeye ermesinden duyduğu sevinç, üzüntüsünü bastırmaya yetmiyordu.
Oysa neler hayal ediyordu. Evlenip Zile’den Kırıkkale’ye taşınacaklardı, orada kendilerine bir dünya kuracaklardı. İki tane kızı olsun istiyordu. Sabahları saçlarını özenle tarayıp okula gönderecekti kızlarını. İyi bir anne ve vefalı bir eş olmak için dua ederdi hep fakat nasip olmadı. Gerçeklerden kopup düşüncelere dalmışken duyduğu gürültüyle irkildi. Bir davul sesi. Alt mahalledeki düğünde çalan davul. Onun olmayan düğününde çalamayan davul.
Her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışıyordu. Çarşıda bir kuruyemişçide çalışmaya başladı. Çerez yemek isteyen çocukların neşesi, faydalı olduğu için sıkça tükettikleri hurmayı almaya gelen teyzelerin tebessümü ona iyi geliyordu. Acısıyla tatlısıyla hayatın içinde olmaya çabalıyordu.
Babasını zaten küçükken kaybetmişti. Annesi de vefat edince yalnız kalmaktan korkuyordu. Fakat kardeşi Ersin ve onun eşi ile ilişkileri çok iyiydi, birlikte yaşıyorlardı. Kardeşinin getirdiği pidenin sıcaklığına eşlik ediyordu yuvalarındaki sıcaklık. Hele de dünya tatlısı yeğeni Aydın’ı çok seviyordu. Onun çocuksu masumiyeti, yaşama sevincini diri tutmasına yardımcı oluyordu. Buruşmuş şefkatini ütüleyip taktı göğsüne, yeğenini severken. Kendisinin böyle güzel bir evlat sahibi olamayacağını bilmesinin sızısı içini kemirmesine rağmen sarıp sarmaladı onu.
O akşam farklı bir hal vardı üzerinde. İlkin yüreğine çöreklenen duyguya kulak asmadı. Yeğeniyle vakit geçirmenin kendisine iyi geleceğini düşündü. Ama ne yapsa da sesinden hüznünü sıyırıp atamadı. Gözlerini bürüyen karanlık geceden değildi belli ki. Her ne kadar gizlemeye çalışsa da sızıyordu göz kapaklarından içindeki sızı. Bahar havasından payına düşen ferahlığı teneffüs etmek için balkona çıktı. Güneşi yutan ufka emanet etti yorgun bakışlarını.
Odasına geçip onun için tatlı bir rutin haline gelen yazmanın büyülü âlemine girdi. Kimseye emanet edemediği duygularının bekçisi defterini aldı. Yıllardır Mehmet’ine söylemek istediği sözlerin tanığı olan defter. Önceki yazdıklarına kısaca göz gezdirip kalemin ucuna ruhunu akıtmaya başladı:
Ya vakit dolacak sana kavuşacağım ya da gözlerim dolacak, sözlerim solacak. Bakakalacağım ufkun eşiğinde umarsızca. Bekleyişin kekremsi tadının giderek kaybolmasına eşlik edecek gözyaşlarım. Ama yine de sen yankılanacaksın göğüs kafesimde. Yutkunuşlarımla kalbimde yaşatacağım seni. Beni bu kadar çaresiz görmene dayanamam çünkü. Yokluğunun soğukluğundaki titreyişime tanık olmanı istemem. Biliyorum er geç kavuşacağız, hissediyorum vuslatımıza az kaldı.