Oğlu gelecekti. Onu her zaman karşıladığı yere, yolun kenarına, bahçe kapısının yanına sandalyesini koymuş, ellerini göbeğinde birleştirmiş, ufuk çizgisine bakıyordu buğulu gözleriyle. Baş örtüsü yana kaymış, terden top top olmuş beyaz saçları alnına, boynuna dökülmüş, ayağına aceleden mi, şaşkınlıktan mı yoksa yokluktan mı bilinmez eş olmayan terlikler giymişti… Zaman durmuş akmıyor, akmasını isteyip istemediğini de bilmiyordu…
Daha dün gibiydi davul zurnayla oğlunu askere uğurladığı gün. Günlerce hazırlık yapmışlar, yemekler vermişler, ellerine kınalar yakmışlardı. Ya o güne gelene kadar? Nasılda zor bir sınavdı hayat onun için. Tek oğlunu, gözünün nurunu, kendi gölgesinden bile sakınmamış mıydı? Ayağına taş değecek diye okula sırtında taşımıştı da öğretmeni “bu çocuğu hayata böyle hazırlayamazsın, bırak çantasını taşısın, yolda düşsün de dizi yaralansın, kalkmayı öğrensin.” diye çıkışmamış mıydı? İkinci defasında daha sert çıkmış, bir daha bu şekilde gelirseniz okula almayacağım dememiş miydi? Bir bilseydi onu taşıdıkça nasıl dinlendiğini, “ver biraz da ben taşıyayım.” diye ayaklarına kapanırdı öğretmeni… Bir bilselerdi onun varlığının hangi boşlukları doldurduğunu, gelip kapısında beklerlerdi, ama bu sırra erebilen tek kişiydi işte annesi… Bu ermişliği ödüllendirmek ister gibi bir evlattı işte o da. Gözlerine baktığında gördüğü o ışık için neleri vermezdi; neleri feda etmişti zaten onun için… Eşini kaybettiği gün, hamileliğini herkesten gizlemişti, aldıralım ayak bağı olmasın demesinler diye. Çok genç yaşına rağmen, üvey baba tokadı yer diye korkusundan evlenmemişti hiç. Tüm zorlukları sırtında tek başına taşımıştı… Okusun da beyler gibi paşalar gibi yaşasın diye çok çaba harcamıştı ama neyin eksik olduğunu bilemediği için okutmayı başaramamıştı oğlunu… Bir tamirciye çırak vermişti, akşamları eve geldiğinde tırnaklarında kalan yağ lekeleri içini acıtsa da kendine bir şey olursa yiyecek ekmeği olsun, eli iş tutsun diye içine akıtmıştı gözyaşlarını… Askerden gelince ablasının kızıyla evlendirmek istemişti ama o gitmiş köyün en sünepe kızına gönlünü kaptırmıştı, yine de sesini çıkarmamış, varsın kırılan kendi gönlü olsun demişti. İşte o kız şimdi yanındaydı. Buz gibi elleriyle gelmiş, elini tutmuş, onu kendine getirmişti. Tekrar baktı ufuk çizgisine, hala gelen giden yoktu… Sonra bu bekleyişteki sabırsız acı ona doğumunu hatırlattı. Doğumuna günler kala kilo kilo hurma yemiş, yine de içinden bir çocuk değil de sanki canı çıkmıştı. Bu bekleyiş mi daha zordu yoksa doğumu mu? Karar vermek zor olmadı…
“Pideleri nereye koyalım abla?” diye sordu genç bir çocuk. Arkadan biri ensesinden tutup tokatlar gibi çekti çocuğu, bu soruyu sormak için seçeceği en son kişiydi o. Sonra kendini tutmakta olanlardan biri koyverdi artık gözyaşlarını, işte ufuk çizgisi de toza dumana bulanmıştı zaten. Önde birkaç askeri araç, bir ambulans, birkaç devlet erkanına ait olduğu plakasından belli lüks araba arasında geliyordu oğlu…
Buna nasıl dayanacağını bilemedi, ne yapacağını, nasıl ağlayacağını bilemedi. Bağırmalı mıydı, ağıt mı yakmalı? Kınası ellerinde miydi hala bakmalı mıydı? Saçlarını okşamak istese açarlar mıydı yüzünü azıcık? Toprağa nasıl koyacaklardı, nasıl kıyacaklardı da koyacaklardı? Yanına uzanıverse onun da üstüne toprak atarlar mıydı? Araba sesleri yaklaşırken ayaklarının dibine baktı, toza bulanmış ayaklarının altındaydı toprak, oraya nasıl tek başına girerdi ki oğlu? Ana kucağına benziyor muydu, nasıl bir şeydi toprak? İlk defa görmüş gibi baktı. Tanımaya çalıştığı birine bakar gibi baktı toprağa. Eğilip elini sürdü önce, sonra bir avuç toprak almak için bir daha eğildi; arkasından kendini izleyenlerin başı da eğildi onunla beraber… Sonra o başların bir kısmı kalktı arabalara bakmak için; diğerleri bekledi ki elindeki toprakla birlikte kalksın da feryat etsin diye ama o kalkmadı, elinde bir avuç toprakla, toprağa kapandığı yerden bir daha kalkmadı. Arabalar geldi önünde durdu ama o arabalara bakmadı. Birkaç kişi kollarından tuttu, ama o taş kesilmişti, kalkmadı. Gözleri oğlunun yürüyerek geldiğini görmek istediği boşluğa bakıyordu, elindeki bir avuç toprakla, oğlunun yanına uzatmak için bir daha uzandılar, bu defa boyun eğdi, ses etmedi, sesi sahibine teslim etmişti çünkü…
*ek zorluk kullanılmıştır…