PİDE- DAVUL- HURMA
Nerede Akşam Orada Sabah
Sahi nerede akşam şu an? Nerede sabah? Umrumda mı? Elbette ki değil. Yaşamak zor zanaat zaten bir de küçük hesaplara yer veremem. Ziya ben ama Deli Ziya derler genelde. Bu ufacık küçücük mahallede size göre akıllı insan yok ki. Akıllı insan bizim gibi günü birlik yaşamaz kendini köle yapıp garantiye alır hayatını. Biz öyle değiliz. Bugün iş çıktı, tokuz. Peki ya yarın? Onu da yarın düşünürüz. Bizim orada düzen de budur düzensizlik de.
Dışarıdan bakanlarca kendini bir adım öteye dahi götüremeyeceği söylenen kamyonetime bindim. Kapısını mahalle uyanmasın diye yavaşça kapattım. Gözlerimle yan koltuktaki biraları yokladım. Güzel haber, hala oradaydılar. Yavaşça kontağı çalıştırdım. Büyük bir gürültüyle çalıştı ve yola koyulduk. Yine Deryanın evinin önünde kendiliğinden durduk. Kamyonet sadece durdu, ben ise elimi yan koltuktaki biralara götürdüm ve birini açtım. Saate baktım, on ikiyi yirmi geçiyordu. Bu saatlerde Derya bana pencereden bakar gülümser ve uyumak için yatağına uzanırdı. Perdeyi aralık bırakırdı. Benim sarhoş, kendinden habersiz, mecnun halime inat Derya güzeldi. Öyle ki Deryanın güzel olmadığına güzel olan her şeyin Derya olduğuna dair inanışlarım bile var. Yaklaşık iki senedir bu durum böyle.
Her şey Deryanın bu mahalleye taşınmasıyla başladı. Eski kocasıyla kavga edince dayanamış annesini de alıp kaçmış evden. İstanbul kazan onlar kepçe dolanmış durmuşlar. Cepte de beş kuruş para ya var ya yok. İlk mahallede gördüm, yorgun bitkin haldeydi. Yalan yok halini anlayamadım önce. Sonra bizim Hasan anlattı böyle böyle olmuş diye. “Çok kötü haldeyse gelsin bizimle çalışsın” dedim. Demiş bulundum. Bir iş, iki iş, üç iş derken yakınlaştık. Yakınlaştık dediysem, iş çıkışı herkesi kamyonetin kasasına dolduruyorum, “Derya” diyorum “Soğuk oluyor geceleri sen yanıma gel”. Sonra kamyonetin aynasında kendimle yüzleşiyorum. Bu sefer kendime dönüp diyorum “oğlum Ziya sen bu hallere düşecek adam mısın?” Bu sefer birlikle yola düşüyoruz. Derya’ya bakmaktan yola bakamıyorum. Yol bir çırpıda bitiveriyor.
Ben ikinci biramı açtığımda birden Derya görünüyor pencereden. Üstünde kırmızı bir entari var, kına çiçeği gibi olmuş. Direksiyona doğru yaslanan vücudumu düzeltiyorum. Üstüme başıma çeki düzen vermeye çalışıyorum. Gömleğimin bir düğmesini kapatıyor, yakasını düzeltiyorum. Telaş yapıyorum. Derya bu halime gülüyor. Ben kızıyorum kendime. Her seferinde çocuk gibi hareketlerime kızıyorum. “Kırk beş yaşında adamsın şu haline bak” diyorum kendime. Telaşlı hallerim durulduktan sonra kafamı çevirip Derya’ya bakıyorum. Yüzündeki o gülümseme birden utanca bürünüyor. Ellerini saçlarına götürüyor ve saçlarının içinde eliyle daireler çizmeye başlıyor. Bu sefer gülme sırası bana geçiyor. Perdeyi hafifçe aralık kalacak şekilde kapıyor ve yatağına uzanıyor. Ben de üçüncü biramı açıyorum. Deryanın uyuduğundan emin olduktan sonra son bir kaç yudum biramı da içip bu sefer Derya uyanmasın diye yavaşça kamyonetimi çalıştırıp gitmeye yelteniyorum. Yine büyük bir gürültüyle ayrılıyorum evinin önünden. Kendi evime gidiyorum ve bir köşede sızıp kalıyorum.
Vakit öğleni biraz geçmişken yine sersem gibi uyanıyorum. Bu akşam iş olduğunu hatırlıyorum. Bir an keyfim başımın ağrısına rağmen yerine geliyor.. İşte dedim kendi kendime geleceğini garanti altına alıp çok düzenli yaşayan kaç insan işe gitmek için böyle mutlu oluyor ki? Şanslı insanlarız biz. Şansını kendi yaratan insanlarız. Atlıyoruz kamyonete, ellerimizde davullar, orglar, sazlar, akordiyonlar, defler, klarnetler, tanburlar… Gidiyoruz insanların neşelerine ortak olmaya. Derya da geliyor üstelik. Üstüne en güzel kıyafetlerini giyiyor. Bütün akşam gözümün önünde oluyor. Büyük lüks kafamı çevirdiğimde Derya’yı görebilmek. Saate bakıyorum, dördü elli geçiyor. Hasan’ı arıyorum ekibi meydanda toplasın diye. Ben de kamyonetime atlayıp meydana gidiyorum. Meydanda insanların çoktan toplanmış olduğunu görüyorum. Elleri dolu üstelik. On iki kişiden oluşan bu ekipte istisnasız herkesin bir elinde çalgı adetleri var. Derya’nın elinde ekmekler, pideler var. Hasan’ın elinde ise iki dolu poşet hurma. Kamyoneti tam önlerinde durduruyorum. Herkes kasaya biniyor, yine Derya bana doğru bakıyor beklentiyle. “Geçsene” deyip ön koltuğu gösteriyorum. Yola düşüyoruz sonra. Sohbet etmeye başlıyoruz. Eski kocasından mahkeme kağıdı gelmiş, boşanmak istiyormuş onu söylüyor bana laf arasında. Seviniyorum tabii ama çok belli etmiyorum. “İyi. Belki başkasıyla bir şeyler düşünürsün dava bitince.” Diyorum. Büyük bir kahkaha atıyor, peşine de neşeli bir “belki” iliştiriveriyor. Yol yine bir çırpıda bitiyor, iş de öyle. Yine herkesi mahalle meydanında bırakıyorum ama bu sefer Derya inmiyor. “Çeksene sahile bir yere” diyor neşeli tavrını yorgunluğun ellerine bırakmadan. Peki diyorum halimden oldukça memnun bir şekilde. Kırk dakika sonuna denize ulaşıyoruz. Ben ne kadar heyecanımı bastırmaya çalışıyorsam Derya o kadar rahat davranıyor. “Koltuğun altında iki bira vardı. Baksana hala duruyor mu?” diyorum sesimi stabil tutmaya çalışarak. Derya “Duruyordur nereye gidecek kendi başına?” Diyor hafiften gülerek. Önce birini açıp bana veriyor, sonra diğerini kendine alıyor. Bir saniye bile denizden ayırmadığım gözlerimi Derya’ya çevirmemle bir çift badem gözün bana baktığını fark etmem bir oluyor. Arkasında kocaman yalnızca kıyıya vuran dalgaları görünen deniz, şehrin hoyrat ışıklarından uzakta ama hala ayağımız yere basar gibi gelen hafiften şehir ışıkları ve hala büyük lüks olduğuna inandığım Derya’yı görebiliyor olma olayının büyüsüne kaptırıyorum kendimi. İçimdeki o kaç yaşında adamsın şu hallere bak diyen sesi susturamıyorum ama müsaade ediyorum benimle dalga geçmesine. İçten içten “Evet, bak halim bu” diyorum. Sonra sıkıca sarılıyorum Derya’ya. Zaman duruyor.