Son

Esra Erman

Hiii! Bu kim?! Zeynep!

Zeynep mangaladaki son hamlesini yapmaya hazırlanıyordu. İrem araladığı tülü kapatıp yeniden seslendi. Bu kez kısık bir sesle, fısıldar gibi, fısıltıyla bağırır gibi daha çok.

Zeyneeeeeppp! Zeyneep!

Neee! Ne var!

Eline henüz aldığı taşları oflayarak kuyuya bıraktı. Napıyorsun der gibi baktı Canan yüzüne. O hamleyi yapsaydı kazanacaktı çünkü. Önce bitirseydik şunu dedi gözlerini açarak. Kimse onu duymadı.

Aşağıda, yolun karşısından siyah bir Nissan kalktı. Gitti işte! dedi İrem tülü savurarak. Kim? diye sordu Zeynep. Uzanıp arabanın arkasından baktı.

Bora Bey’i mi diyorsun?

Bora mı adı?

Başını öne arkaya salladı Zeynep dudaklarını birbirine bastırıp sırıtarak. Yakışıklıydı ha?

Manyak mısın kızım o neydi öyle! Sizin apartmandan çıktı. Hiç bahsetmedin! Evli mi?

Değil.

İşi ne? Yunan tanrısı mı? Kadrolu. Sırıttı.

Doktor. Doktormuş. Mesleği bırakmış. Geçen kış taşındı.

Eee?

Ee’si, o kadar. Bahçeli katta oturuyor. Girip çıkarken karşılaşıyoruz bazen.

Eeee? diye uzattı İrem soru ünlemini, kaşlarını kaldırmış sırıtışı yüzüne yayılmıştı.

Ne, eee, eee?

Canan güldü önce, sonra İrem, kahkahalarla. Zeynep de güldü ama bozuldu aslında.

Nişanlıymış dedi susmalarını bekledikten sonra. Düğüne günler kala nişanlısı ortadan kaybolmuş. Polise falan başvurmuşlar ama bir şey çıkmamış. Sonra da mesleği bırakmış. Öyle.

Vay be! dedi İrem dudak bükerek. Film gibi. Kekten bir parça attı ağzına. Songül teyzem biliyor bu işi dedi, öpüyorum onu. Kapıya doğru yürüdü. Çay isteyen?

Sağol dedi Zeynep, Canan yok diyerek çenesini kaldırdı. Hadi otur dedi sonra Zeynep’e. Bitirelim şunu.

Zeynep yeniden düşünmeye başladı yapacağı hamleyi. Fazla düşünmesini istemiyordu Canan. Kekin tarifini alayım dedi, ben de çok beğendim. Akşama alırsın dedi Zeynep gözlerini tahtadan ayırmadan, kalacaksın değil mi?

Yok, kalmayacağım. Yaz okulu yüzünden hala kızgın annem. Yaz tatili çalışkanlar içinmiş, tembeller için değil. Gözlerini devirdi.

İyi madem, akşam sana atarım. Biraz önce yapacağı hamlenin aynısını yaptı. Ohh’ladı Canan içinden. Aahh! dedi Zeynep elini alnına götürerek, nasıl görmedim! Fark edeceksin diye ödüm koptu dedi Canan.

Bitti mi? diye sordu İrem, içeri girerken. Metin amcamın yaptıklarına baktım. Nasıl işçilik onlar. İç mimari mi okusam diyorum. Valla.

Bitti dedi Canan. Ceza olarak bize kahve mi yapsa? Hayır tabii ki dedi İrem. Onu zaten yapıyor benim kuzucum. Yapamayacağı bir şey bulalım. Gözlerini kocaman açtı. Kaşlarını kaldırıp indirdi. Yazık yaa dedi Canan. Omuz silkti İrem, Tamam! dedi. Şu senin yakışıklının evine gireceksin. Saçmalama! dedi Zeynep tahtayı kapatırken. Hayatta yapmam!

Yalnız yaşamıyor mu?

Yalnız yaşıyor da, nasıl giricem anahtarım mı var!

Hah, korkağım desene.

Evet korkağım.

Bahçeden girebilirsin.

Aptal, onun bahçesine giriş yok.

Annenin odasından görünen bahçe değil mi?

Evet.

Yavrum minicik duvar o, ne var, zıplasan yeter.

Ya kapatalım bu konuyu, saçmalıyorsun. Geri dönse ne diyeceğim, rezalet.

Kusura bakma canım, bir sürü arkadaşının içinde beni Samet’e rezil etmiştin.

Canan’a baktı İrem. Haklı dedi Canan Zeynep’e dönerek. Birinci olan o, benim oy hakkım yok maalesef.

Ya hemen dönerse, dedi Zeynep, ya n’olur İrem, n’olur! Başka bir şey iste, ne istersen!

Telefonunu ver dedi İrem. Telefonu alıp kayda bastı.

Merhaba, dedi. Ben İrem, komşularınızdan Zeynep’in arkadaşıyım. Bunu söylerken kamerayı Zeynep’e çevirdi, N’apıyorsun dedi Zeynep telefonu iterek. İrem sırıttı. Zeynep, ceza olarak sizin evinize girip minik bir eşyayı bize getirecek. Bu kez de kamerayı Canan’a çevirdi, el salladı Canan bütün sevimliliğiyle. Ama meraklanmayın diye devam etti. Bu maddi değeri olmayan bir şey olacak, kürdan gibi, peçete gibi. Bu kaydı alıyorum çünkü size yakalanırsa hırsız olmadığını anlayabilirsiniz. Güldü. Anlayışınız için teşekkür ederiz dedi. Baay.

Telefonu Zeynep’e uzatırken halloldu dedi sırıtarak. Hadi çabuk ol. Aaa, dur, içeriden bize canlı yayın yap tamam mı! Zeynep'in suratı asılmıştı ama gözlerinde garip bir gülümseme gizliydi. Heyecanlanmıştı. Beğeniyordu bu adamı. Evini görme fikri hoşuna gitmişti. Yalancı bir öfkeyle saçlarını savurdu. Uff tamam dedi. Pencereden bakın bana.

Çabucak aşağı indi. Binaya bitişik garajdan geçip merdivenlerden indi, arka taraftaki bahçe duvarının önüne geldi. Kızlar pencereden sarkmış heyecanla ellerini kollarını sallıyorlar, anlamadığı bir şeyler söylüyorlardı. Susun diye işaret etti dudaklarını uzatıp gözlerini açarak. Durdu kızlar. Etrafı taradı gözleriyle, kızlara da bakın diye işaret etti. Kimsecikler yoktu. Gir gir diyordu İrem elini hızlı hızlı sallayarak. Başını eğdi, yerlere baktı duvar boyunca. Basamak olarak kullanabileceği bir şey arıyordu. Bir taş bile yok muydu! Kızlara işaret edip garaja döndü. Köşede, seyyar makaralı uzatma kablosunu gördü. Onu taşır mıydı makara? Sağlam görünüyordu. Ayağının ucuyla bastı, ağırlığını verdi yavaşça, taşıyacak gibiydi. Duvarın önüne götürdü. Baş parmağını kaldırıp tamam dedi kızlara. Makaranın üstüne çıkıp parmak uçlarında yükseldi, duvara asılıp kendini yukarı çekmeye çalıştı. Olmuyordu. Garaja geri döndü. Girişin solunda birkaç ıvır zıvırın arasındaki yirmi litrelik boya kutusunu gördü. Onu da aldı. Oflaya puflaya taşıdı. Kutuyu duvarın dibine yerleştirdi, makarayı da üstüne, tekrar denedi. Olacak gibiydi. Bacağını kaldırıp ayağını duvarın üstüne yetiştirdi, bütün gücüyle çekti kendini, kollarıyla iyice sarıldı duvara, düşecek gibi oldu, iyice tutunup boşlukta sallandı, bıraktı sonra kendini.

Olmuştu. Kafasını kaldırıp kızlara baktı sırıtarak. Gören olmuş muydu? Hızlıca başlarını salladılar sağa sola. Baş parmaklarıyla her şey yolunda işareti yaptılar. Kapıya koştu hemen, kapı kilitliydi. Elbette! Ne düşünmüştü ki! Kafasını kaldırdı yeniden. Kilitli dedi fısıldayarak. Ellerini yüzüne götürüp sıvazladı. Ofladı. Bir de geri dönmesi vardı! Basamak olarak kullanabileceği bir şey aramaya koyuldu yine. Bahçenin dibindeki pencerenin açık olduğunu fark etti, aralıktı. İşaret parmağının ucuyla hafifçe itti. Açıldı. Başarmıştı. Kızlara işaret etti. Telefonunu gösterdi İrem. Tamam dedi başını sallayarak. Telefonu cebinden çıkardı. “Ön tarfta bklyin. Arbann gldiğni grrsniz hbr vern” diye yazdı. Tekrar cebine koydu. Ayakkabılarını çıkardı. Jaluziyi kaldırıp sessizce içeri girdi.

Laboratuvar gibi bir yere girmişti. Şaşırdı. Hayır, hastane gibiydi! Cebinden telefonunu çıkardı birden hatırlayarak. Ameliyat masasından başladı. Makineleri, rafları, şişeleri, ilaçları, aletleri… Ürperdi.

Evde çalışmak için mi bırakmıştı mesleğini, kanserin çaresini filan mı arıyordu! Peki… masa? Masaya neden ihtiyaç duyuyordu. Merdiven altı kürtaj hizmeti mi veriyordu? Ya da ucuz estetik! Neler düşünüyordu! Sahi uzmanlığı neydi onu bile bilmiyordu ki. Cerrah? Çocuk doktoru? Burayı görmesi iyi olmamıştı. Hemen çıkmalıydı! Yakalanırsa İrem’in videosu işe yaramayacaktı. Birden paniğe kapıldı. Arkasına dönerken raflardan birine çarptı, birkaç şişeyi devirdi, küçük bir şişe yuvarlanıp düştü. İyice panikledi. Anlaşılmasın diye topladı kırıkları, eşofmanının diziyle, tişörtünün dirseğiyle alelacele sildi. Çıktı dışarı. Ayakkabılarını giydi. Camı yanaştırdı. İrem’e yazdı yeniden.

Çıkyrm bhçedn

Glmedi di mi

Gelmdi

Ne aldn

Alırken çektn mi

çekmdm

kzm manyak şylr old

ya zynp

hmn yan çizysn

iy gl

istmyrm b da bsy

/:

glnce anltcm

bi dr

almym saol

gdyrum bn

ya nsl bi uyssn

tmm

gtme

Tekrar içeri girdi. Koşar adımlarla merdivenlere yöneldi. Bir koşu mutfağa gidecek bir kürdan alıp dönecekti. Canlı yayını açtı. İçinde açık mutfağın olduğu büyük bir salona çıktı. Son derece zevkli döşenmişti. Neredeyse duvarı kaplayacak büyüklükte bir televizyon, köşe bir koltuk, koşu bandı vardı, diğer tarafta büyük bir kitaplık ve çalışma masası. Duvarlarda bir kadınla sayısız fotoğraflarını gördü. Bütün fotoğraflarda kahkahalarla gülüyorlardı. Mezuniyet fotoğrafları ise çalışma masasının yanındaki duvarda, diplomalarıyla yan yanaydı. Demek nişanlısıyla birlikte okumuşlardı. Merakına yenilmişti. Acele etmesi gerekiyordu. Mutfağa geçti. Kürdanı en alttaki çekmecede buldu. Her şey o kadar düzenliydi ki, o kadar temiz. Yalnız yaşadığına inanamadı. Tezgahın üstünde hasır bir kase içinde meyveler vardı. Gündelikçi geliyordu belki. İrem hanım dedi, telefonu çekmeceye yaklaştırarak, buyurduğunuz gibi kürdanı alıyorum.

Merdivenlerden koşarak indi. Odaya gireceği sırada yan taraftaki kapının aralık olduğunu fark etti. İçerisi karanlıktı, loş. Yatak odası mıydı? Şöyle hemen bakıp çıksa… bir şey olmazdı, sadece birkaç saniye. Yavaşça itti aralık kapıyı. Dinlenme koltuğunda uzanan kadını görünce çığlık attı. Boş bulunmuştu. Telefon düştü elinden. Ağzını kapattı önce, sonra ellerini yüzünden koparır gibi söküp kadına doğru uzattı. Özür dilerim dedi. Çok çok özür dilerim, hırsız değilim, sadece bir şakaydı, aptal bir iddia, affedin. Kadın hareketsizdi, ifadesizdi suratı. Üst katta oturuyoruz biz, 3. katta. Kadın ona bakmıyordu bile. Duymuyordu. Gözleri açık uyuyor muydu? Kör müydü? Sağır? Ne yapacaktı! Ne yapmalıydı!

Geriye bir adım attı duruşunu bozmadan, belki de uyuyordu kadın, uyanmadan gidebilirdi. Sessizce. Bir adım daha. Durdu. Bir şey mi diyordu? Evet, dudakları hareket ediyordu ama ne dediği anlaşılmıyordu. İyice açtı ağzını, sesi daha çok duyuluyordu ama daha boğuk daha anlamsız… Sağır gibi? Rüya mı görüyordu kadın! Sayıklıyor muydu yoksa? Hareket etti o sırada, kesinlikle uyumuyordu. Elini uzatarak yatağı gösteriyor, öncekinden de yüksek, boğuk sesler çıkarıyordu. Ne yapmasını istiyordu ondan? Yatağın olduğu tarafa baktı, karanlıktı. Gece lambasına hatta koridordan gelen aydınlığa rağmen bir şey göremedi. Kalın, siyah perdeleri olan odaya bir damla güneş ışığı girmiyordu.

Işığı yaktı. Kadın, göz bebeklerine iğne sokmuşlar gibi çevirdi başını gözlerini kapatırken, boynunu omzuna yaslayıp ışığı kovmak ister gibi ellerini salladı. Ne dediğinin anlaşılmadığı garip sesler çıkarıyordu. Tavandan sarkan büyük avizenin sarı ışıklarının altında kadının kıpkırmızı rujunu fark etti önce. Sonra neredeyse göğüslerinin tamamını açıkta bırakan derin dekolteli, siyah dantelden geceliğini. Kadın çok güzeldi, bir dergiden fırlamış kadar güzeldi, katalog çekimdeymiş, podyumdan şimdi inmiş kadar güzeldi, çok güzeldi. Aynı dantelden uzun kollu, uzun bir sabahlık vardı üstünde. Sol kolunu koltuğa dayamış, sağ eli kalçasının üstünde, poz verir gibi uzanmıştı. Boynunda ve göğsünde parıldayan teni pürüzsüzdü. Işıklı saçları, bukleleri, makyajı… Evet, makyajı! Bütün o farlar allıklar kremler… ağır bir gece makyajı vardı yüzünde. Bir yere mi gidecekti? Gelmiş miydi yoksa, uyumamış mıydı? Topluydu yatak, jilet gibiydi. Oda genel olarak çok düzenliydi, evin geri kalanı gibi zevkli döşenmişti. Tuvalet masasının üstü, parfümler, makyaj ürünleri, hepsi kalem gibi diziliydi. Kadın bu haliyle sanki bu yatak odasında yaşamıyor, aksesuar görevi görüyordu. Odanın geri kalanı gibi zevkli bir parça. Kadının gözleri ışığa alışmış olmalıydı. Hala elini uzatmış yatağı gösteriyordu, bu kez konuşmaya çalışmadan. Başını sağa sola salladı Zeynep. Anlamıyorum sizi, benden ne istediğinizi… özür dilerim, anlamıyorum. Yine de gitti. Yatağın diğer tarafına geçti. Beşikleri gördü. İki beşikte iki bebek. Bebekleri istiyorsunuz, dedi sevinçle. Bebekleri istiyorsunuz.

Adam evliymiş, karısı varmış, ikiz bebekleri... Kadın sağır diye utanmış mıydı? Ondan mı saklamıştı? Uyuyordu bebekler, üstleri örtülü, almasa mıydı acaba, uyanırlar mıydı? Bebek bakımından hiç anlamazdı. Kadına baktı. Neden kendi almıyordu? Neden ondan istemişti? En garibi neden kızmamıştı, neden onu kovmamıştı?

Tuhaftı, her şey. İrkildi. Kadın başını öne arkaya sallıyordu. Evet, bebeğimi getir bana der gibi. Yüzünde daha çok ağlamaya benzeyen bir gülümsemeyle. Peki, dedi Zeynep. Hangisini almalıydı? Sağdaki beşikte uyuyan bebeğe uzandı, açtı battaniyesini, minicik tulumun içinde minicik bir bebek. Çok güzeldi. Ama onu nasıl tutacağını bile bilmiyordu. İncitebilirdi. Ellerini bebeğin altına soktu, kaldırdı. Soğuktu bebeğin başı, neden? Bir gariplik vardı. Oyuncak bir bebeği tutuyor gibiydi. Oyuncak bebekleri iyi bilirdi ama oyuncak olamayacak kadar gerçekti. Kadın, kollarını uzatmış bekliyordu. Götürdü. Kaskatıydı bebek. Kaldırdı, yaklaştırdı. Kalp atışını duyardı belki, belki nefesini. Hayır. Oyuncaktı işte. Kadın da deli. Evet. Bebeği verecek ve hemen gidecekti.

Kadın uzandığı koltukta doğruldu, bacaklarını sarkıtıp oturdu, uzandı bebeği almak için. Ayakları yoktu kadının! Kadının ayakları yoktu! Bilekten sonrası boşluk. İrkildi. Düşürdü bebeği. Feryat etti kadın, ağlamaya başladı. Zeynep yüzüstü düşen bebeği hemen kaldırdı yerden. Kadın hala bağırıyordu. Ağzında dili yoktu. Ağlayıp bağıran ağzının içindeki koca boşlukta böğürtüye benzeyen sesler vardı sadece. Ağzındaki kuyuya çekiyordu sanki Zeynep’i, bebeğini istiyordu. Verecekti Zeynep, verecekti ama yanağının yüzüldüğünü gördü. Yüzüstü düşünce derisi kalkmıştı. Altında başka bir şey vardı. Et değildi, kemik değildi, kan değildi. Silikona benzeyen bir şey. Bebek doldurulmuştu! Tıpkı bir hayvan gibi! Bu kez çığlık atma sırası Zeynep’teydi. Elinden attı bebeği. Kadın, ardı sıra koltuktan aşağı bıraktı kendini, uzanıp sürünerek bebeği aldı, sımsıkı sarıldı. Susmuştu.

Kapıya doğru koştu Zeynep. Kadın aklını kaçırmıştı. Onun da kaçırmasına az kalmıştı. Kaçmalıydı, arkasına bakmadan. Ayağı bir şeye çarptı. Telefonu! Çarpmanın şiddetiyle gardrobun altına fırlamıştı. Eğildi, çöktü yere. Almaya çalışırken kapının sesini duydu. Yatağın altına uzandı, çabucak. Işık açık kalmıştı! Çıktı hemen, hemen söndürdü. Attı kendini yere, sürünüp ayaklarını çekti.

Ama hani kalkmayacaktın yerinden dedi adam. Senin ayaklara ihtiyacın olmadığı konusunda anlaşmadık mı? Kucağındaki bebeği almaya çalıştı, sesi yumuşacıktı. İkna etti onu, iyileştireceğini söyledi, verdi kadın bebeği. Çıktı odadan, bir dakika olmadan geri döndü. Kadını kucaklayıp yatağa yatırdı. Ayça diye hitap ediyordu. Saçlarını okşuyor olmalıydı çünkü güzel göründüklerinden bahsediyordu. Kadın, kedilerin mırlamasına benzeyen bir sesle karşılık veriyordu. Öptü adam kadını, kadın hala mırlarken. Gitgide yükseldi kadının sesi, yalvarmaya dönüştü. Zeynep’in midesine kramp girmişti. Tamam sevgilim, tamam bitanem, vereceğim, dedi adam, ama önce ne yapman gerektiğini biliyorsun. Zeynep titriyor, duymamak için kulaklarını kapatıyordu. Buradan nasıl çıkacaktı!

Yataktan kalktı adam, bacakları çıplaktı. Yeniden odadan çıkıp geri geldi. Kadın hareketlendi. Ayça’cım, sevgilim dedi. Kaç saattir bir şey yemedin, tüpünü takalım, karnını doyuralım sonra, tamam mı? Hayırdı, bağırıyordu kadın, yalvarıyordu yine. Şimdi ne oluyordu? Biraz sürünüp köşeye kadar geldi, karşıdaki aynadan onları görebiliyordu. Adam elinde bir şırınga tutuyor, bir yandan kadının kalçasını okşuyordu, nazikçe iğneyi batırdı. Teşekkür eder gibi bir ses çıkardıktan sonra sustu kadın. Geri çekildi Zeynep. Kafası karışmıştı. Kalkıp giyindi adam, çıktı odadan. Elinde bir serumla geri döndü. Yeniden görmek için uzandı Zeynep. Kadın gerçekten hasta mıydı? Onu bu kadar dehşete sokan adam, sadece karısına bakmak için işini bırakan, iyi bir adam mıydı? Bir şimşek çaktı kafasında! Ayça! Nişanlısının adı buydu, haberlerde okumuştu, birkaç sene önce, hatırladı! O fotoğraflardaki kadın Ayça’mıydı! O ağır makyaj olmasa... Az kalsın öğürecekti, korkudan ölecekti. Zil çaldı. Allahım tam zamanında! Adam kapıya bakmak için gitti. Yatağın ucuna kadar sürünüp bekledi Zeynep. Kızların sesini duyunca hiç zaman kaybetmeden çıkıp telefonunu aldı. Laboratuvara geçti. Camdan atlayıp, pencereyi yanaştırdı. Ayakkabılarını aldı, duvarın diğer tarafına fırlattıktan sonra koşarak zıpladı, duvara tutundu, düştü. Tekrar denedi, tekrar düştü. Üçüncü denemede başarmıştı. tutundu, kendini çekti ve diğer tarafa atladı. Garajdan çıkmadı bir süre. Arka sokaktan dolandı, sokağın üst tarafından gelip eve girdi. Kızlar onu bekliyorlardı. Çığlık çığlığa sevindiler görünce. Kalp krizi geçirdik burda dedi İrem. Telefonun niye kapalı kızım diye sordu Canan. Canan arkada ben önde bekliyorduk, adam geldiğinde hala çıkmamıştın, içeride kaldığını anladık. Lastiğini patlattım dedi Canan sırıtarak. İrem kahkaha attı. Çocukların, yaptığını söyledik. Ağlamaya başladı Zeynep birdenbire. Telefonunu çıkardı cebinden, ekranı kırılmıştı, açılmıyordu. Açmaya çalışıyor, çalışıyor, gittikçe daha çok ağlıyordu.

Neden ağladığını anlamamışlardı. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Ne deseler faydası olmuyordu. Hiçbir soruya cevap vermiyordu. Ne yapacağız dedi İrem. Songül teyzeyi arayalım dedi Canan. İrem telefonu eline aldı. Zeynep kolundan tuttu. Arama dedi. Polise gitmemiz lazım. 155 i arayalım o zaman dedi Canan. Onlara anlat canım benim, ne olduysa onlara söyle, korkma, biz yanındayız. Tuşlayıp telefonu Zeynep’e verdi. Alo dedi Zeynep, bir ihbarda bulunmak istiyorum. Sustu, dudakları titredi yeniden, kapattı telefonu, yeniden ağlamaya başladı.

Uyuyamıyor, yatağında dönüp duruyordu. Yaşadığı dehşet tarifsizdi, düşündükçe daha çok korkuyordu. O adamla zavallı nişanlısının orada olduklarını bilerek nasıl uyuyabilirdi. Keşke anlatsaydı her şeyi aradığında, keşke kapatmasaydı. Sabahı nasıl edeceğini bilmiyordu. Adam hakkında, internette araştırma yapmışlardı kızlarla, eski haberlerin hepsini okumuşlar, kaybolan nişanlının evdeki kadın olduğundan emin olmuşlardı. Doktorluk görevinden de istifa etmemiş uzaklaştırılmış olmalıydı. Taksirle ölüme sebebiyet verme, ihmal sonucu ölüme sebebiyet verme ve başka bir sürü suçlamayla hakkında onlarca dava açıldığı haberlerine rastlamışlardı. Annesinin bulaşık makinesini boşalttığını duydu. On kere odasına gelmişti neyi olduğunu anlamak için, hiçbir şey söylememişti elbette. Bir şey olduğunu sezmişler, onun için endişelenmişlerdi ama böylesini tahmin edemezlerdi. Sofrada yemek geçmemişti boğazından. Bir an önce sabah olsun, karakola gitsin, her şeyi anlatsın istiyordu. Sabah olsun. Yorganı çekti iyice, saklandı. Büzüldü yatağın içinde, yorganın altında nefes nefese. Sanki odasının kapısı açılıverecek, adam aniden giriverecek, onu yorganının altından çekip alacak, gırtlağını sıkacak, sıkacak, çırpınamayacak, bağıramayacak, nefes alamayacak... zil sesiyle yerinden zıpladı. Babasının sesini duydu. Zil tekrar çaldı. Annesi açtı kapıyı. Buyrun dedi. Kalktı Zeynep, titriyordu. Sanki adam onu almaya gelmişti. Araladı kapıyı. Koridorun sonundaydı odası, kapıyı görüyordu ama kapının açılma yönünde kalıyor, geleni göremiyordu. Annesiyle babası yan yanaydı. Gülümsüyorlardı.

Kusura bakmayın bu saatte rahatsız ettim ama sabahı bekleyemedim, müsaitseniz biraz girebilir miyim?

Bu o! O adam. Gelen o! Ne yapacaksın Zeynep! Ne yapmalısın Zeynep. Ya onlara da bir şey yaparsa! Koşmalı, kapatmalı kapıyı adamın suratına, kapıyı kilitlemeli, her şeyi anlatmalı annesiyle babasına, polisi çağırmalılar!

Estağfirullah dedi babası, komşuyuz, rahatsızlık olur mu? Buyrun bir çay içelim. Açtı kapıyı ardına kadar. Odasına kaçtı Zeynep, kapının arkasına yaslandı, soluk soluğa. Salona geçtiklerini duydu, çıktı odasından, dinledi. Evine girdiğini anlamıştı! Kadın mı söylemişti? Ne diyecek? Ya hepsini öldürürse, polis çağırmalı, polisi çağırsa.

Zeynep yok mu? diye sordu adam. Uyuyor diye tereddütle cevapladı annesi, sesindeki gerginliği Zeynep kendi gerginliğine rağmen fark etmişti.

Ramiz Bey’den öğrendim evinizi, daha doğrusu Zeynep’i tarif ettim de öyle öğrendim. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Zeynep bugün evime girmiş. Ne? dedi babası. Annesi, yanlışınız olmalı derken sesi yükseldi. Efendim müsaadenizle, dedi adam. Ben doktorum, belki duymuşsunuzdur fakat kanser araştırmaları için görevimden ayrıldım. Fakültede yeterli kaynak yoktu, projelerim geri çevrilmişti, ben de istifamı verip kendi imkanlarımla evimde bir laboratuvar kurdum. Bugün, laboratuvarda toksik etkisi çok güçlü bir kimyasal şişesinin kırılmış olduğunu fark ettim. Bir ara dışarı çıkmıştım, havalansın diye laboratuvarın camını açık bırakmıştım, bazen kediler giriyor, onların yaptığını düşünüp önemsemedim yine de ne olur ne olmaz diyerek biraz önce kayıtlara baktım. Araştırmalarım için kayıt tutuyorum da. Kedi değil, Zeynep’miş şişeyi deviren.

Ne diyorsunuz beyefendi? dedi annesi çığlık atar gibi. Zeynep’in ne işi olur evinizde?

Üzgünüm dedi adam, bu cevabı ben veremem. Evimde ne işi olduğunu ben de kendisine sormak isterim elbette ama buraya geliş sebebim size onu şikayet etmek değildi. Bunun için polise de gidebilirdim. İzninizle kaydı göstereyim. Bir süre kimse bir şey konuşmadı, annesinin ahladığını duydu sonra, babasının onu sakinleştirdiğini. Geliş sebebim sadece kızınız için endişe duymam, inanın bana. dedi adam. Soluduğu toksik madde onu zehirlemiş olabilir. Mümkünse kendisini muayene etmek istiyorum. Görme bozukluğu, kusma, konfüz… yani bilinç bulanıklığı, akıl karışıklığı gibi şikayetleri oldu mu, halüsinasyon?

Bu akşam pek iyi görünmüyordu dedi annesi, düşünceli. Kalktığını duydu annesinin, koşarak odasına gidip yatağına yattı. Ne yapacaktı. Yalan söylüyordu adam. Ne yapacaktı! Annesi uyuduğunu görünce pikesini düzeltip çıktı odadan. Salona geri döndü. Uyuyor dedi. Yarın onunla konuşuruz, gerekirse hastaneye götürürüz, haber verdiğiniz için teşekkür ederiz. Şikayetçi olmadığınız için de tabii.

Peki dedi adam ayağa kalkarken, iyi olduğuna sevindim. Elini uzattı, ikisiyle de tokalaştı. Kusura bakmayın dedi tekrar gülümseyerek, bu saatte rahatsız ettim. Zeynep’e de kızmayın lütfen eminim kötü bir niyeti yoktu.

Zeynep kapının kapandığından emin olunca yatağından fırladı, koşarak kapıya gitti, dürbünden baktı, ışık yanmıyordu, gitmişti. Kapının bütün kilitlerini kilitledi. Salona koştu, babasına sarıldı. Bir çırpıda anlattı her şeyi. Babası saçını okşuyor, geçtiğini söylüyordu sürekli, sanki çocuktu, gördüğü kabusu anlatan küçük bir çocuktu. Babası ona inanmıyordu. Annesine koştu sonra, dizlerine sarıldı, başını annesinin dizlerine yasladı. Sen bana inanıyorsun değil mi anne? diye sordu. Annesi ağzını kapatmıştı eliyle. Acile mi gitsek Metin? diye sordu Zeynep orada yokmuş gibi. Sinirlendi Zeynep, ayağa kalktı. Anne, baba, n’olur bir dinleyin dedi. Bu kadar şeyi uydurmuş olamam ya. İkisi de cevap vermiyordu. Allahaşkına dedi Zeynep, sizi bu kadar kolay kandırdığına inanamıyorum. Madem içeri nasıl girdiğimden bahsediyor, nasıl çıktığımdan neden bahsetmedi, içeride ne kadar kaldığımdan? Tamam şişe kırılınca çıktım dışarı ama hemen geri girdim. İçeride epey kaldım, işte o zaman gördüm kadını, bundan neden bahsetmiyor. Kızlara sorun isterseniz, onlar da buradaydı. Şişe kırılınca çıktığımı söylüyor sadece, tekrar girdiğimi söylemiyor! Sustu. Dinlemiyorlardı. Anlatmanın faydası yoktu. Başlarını öne eğmiş yere bakıyorlar, halüsinasyon gördüğünü düşünüyorlardı. Hiçbir şey söylemeden yatağına gidip yattı. Ağlaya ağlaya uykuya daldı.

Sabah, İrem’in telefonuyla uyandı, aşağıda bekliyordu. Canan ile karakolda buluşacaklardı. Babası çoktan gitmişti. Annesini uyandırmadan giyinip sessizce çıktı. Adamın arabasının lastiği hala patlaktı.

İrem, laboratuvardaki ilaçların çoğunun yasal olmadığını söyledi. Videodaki görüntülerden aldığı ilaç isimlerini tek tek aratmış, hammaddelerinden içeriklerine her şeye bakmıştı. Çoğu yasal değildi. Hemen hepsi bağımlılık yapan zehirli maddelerdi, yapımlarında afyon kullanılıyordu. Başka hiçbir şey olmasa bile polis sırf bu yüzden onu tutuklardı.

Beni dinlemiyor musun? diye sordu Zeynep’e kolunu hafifçe çekiştirerek. Şakalaşıyordu. Zeynep ağlamamak için kendini zor tutarak akşam olanları anlattı. Durdu İrem yolun ortasında, ellerini ağzına kapatmış gözlerini kocaman açmış halde. Korkmaya başladım iyice Zeynep dedi. Ya biz nasıl bir adama bulaştık böyle. Yemin ederim korku filmi gibi. Başka hiçbir şey söylemeden karakola kadar yürüdüler.

İrem düşündükçe adamın doğru söylüyor olabileceğine ihtimal vermeye başlamıştı. Sonuçta Zeynep’in anlattıklarının hiçbirini görmemişti. Belki de gerçekten kanser araştırması gibi önemli bir iş yapıyordu, bu tür maddeleri kullanması yasal olabilirdi. Tıp okumamıştı, olamayacağını söyleyemezdi ki, hakkında birçok dava açıldığını okumuşlardı ama ceza almadığına, hala serbest olduğuna göre suçlamalar asılsız olabilirdi. Yoksa gerçekten de Zeynep’in anlattıklarının hepsi ilacın etkisiyle gördüğü hayaller miydi?

Karakolda, onları dinleyen genç komiser inanmıştı Zeynep’e. Zeynep ona anlayışla bakan gözlerden cesaret alarak her şeyi anlatmıştı. Ben de cezamı çekmeye razıyım demişti sonunda, bir eve izinsiz girdiğimi itiraf ediyorum ama ne olur, o adamı hemen yakalayın, nişanlısını da kurtarın. Keşke 155’i aradığınızda ihbarı yapsaydınız dedi komiser. Delil karartmış olabilir. Anlamadım dedi Zeynep. Yani delilleri ortadan kaldırdıysa bir şey yapamayız demek istiyorum. Geç gelerek ona bu fırsatı vermiş oldunuz. Birbirlerine baktılar kızlar. Zeynep’in gözleri doldu. Neyse, dedi genç komiser, olan olmuş artık. Siz şimdi gidin, nöbetçi savcıyı arayıp izin çıkartmam gerekiyor, merak etmeyin bir saate kalmaz eve bakarız.

Tam bir saat sonra geldiler. Yarım saat kaldılar ve gittiler. Tam yarım saat sonra da komiser Zeynep’i aradı. Üzgünüm dedi, adam çok temiz. Bizi direkt eve buyur etti, daha emri görmeden. Ya çok profesyonel, ya da gerçekten masum. Zeynep’in sesi titremişti, komiser bunu fark etti, sana inanıyorum dedi, gördüğünü söylediğin her şeyi gördüğüne inandığını biliyorum.

Ya bütün delilleri ortadan kaldırdıysa? Geç kaldığımızı, bunu yapabileceğini siz söylemiştiniz!

Ama adamın laboratuvar kayıtlarına da baktık. Senin içeri girdiğin, şişeyi kırdığın ve dışarı çıktığın saniye saniye kaydedilmiş, sonrasında o içeri girene kadar başka hiçbir şey yok. Zeynep yeniden itiraz etmeye kalktı ama devam etti komiser, kaydı aldık merak etme dedi, eğer üstünde bir oynama varsa anlarız. Ben senden yanayım buna inan. Adamın sicilini araştırıyorum, şimdide veya geçmişinde senin iddialarını destekleyecek en ufak bir şey yakaladığım an ensesine bineceğim ama lütfen sen de o maddeden etkilenmiş olabilir misin bir düşün, samimiyetle düşün bunu, tamam mı, anlaştık mı?

Tamam dedi Zeynep, teşekkür etti, telefonu kapattı. Tekrar ağlamaya başlamıştı. Kimse ona inanmıyordu. Kızların bile arada şüphe dolu bakışlarını yakalıyordu.

Yaşadıkları artık ona bile hayal ürünü gibi gelmeye başlamıştı. Gerçekten de o ilaç yüzünden kafayı mı bulmuştu. Bir haftadır sürekli bunu düşünüyordu. Annesiyle babası bu konuyu konuşmaktan kaçınıyorlardı. Zaten Zeynep de istemiyordu. Babası, polislerin geldiği gün, sen mi şikayet ettin diye sormuştu sadece, başka bir şey söylememişti. Bugün de, öğle civarı tesadüfen, babasının o adamın evine gittiğini öğrenmişti. Dün olmuş. Babasından kriko istemiş adam, babası da yardım teklif etmiş, adam teşekkür etmiş, zahmet etmeyin demiş, ama babası yine de gitmiş. Çocuk çok düzgünmüş, ısrarla evinde ağırlamış babasını, bir şeyler ikram etmeden bırakmam demiş, yordum sizi. Polislerin evine gelmesini bile sorun etmemiş çocuk, Zeynep’ten şikayetçi olmamış. Annesi, teyzesiyle telefonda konuşurken duymuştu bütün bunları. İnsan her şeye alışabiliyor muydu? Alışabiliyordu. Artık sofraya iştahla oturabiliyordu. Babasının sofrada dikkatle takip ettiği haberleri, o da ilgiyle izliyordu. Annesi de, bebek gibi davranıyordu ona. Sen yorulma, otur sen, ye kızım, ister misin kızım, iyi misin kızım. Şimdi de en sevdiği tatlıdan yapmıştı. Yemek tabağını alıp tatlı tabağını koydu önüne. Annem yaaa, dedi Zeynep. Bir haftadır ilk defa gülümsemişti. Belki de gerçekten hayal gördüm dedi kendi kendine. O salondaki fotoğraflar neden oldu belki de buna. Gizli, yanlış bir şey yapıyor olmam, yaşadığım gerilim, adrenalin, ilacın etkisiyle birleşince zihnim gerisini tamamlamış olabilir. İçimde nasıl bir psikopat varsa artık. İçi sızladı birdenbire böyle düşününce. Hayır, böyle değildi, biliyordu, hayal değildi, keşke olsaydı, içini sızlatan buydu, olmamasıydı..

“Sabah saatlerinde ormanlık alanda korucular tarafından bir kadın cesedinin bulunduğu…” haberi duyunca çatalı düşürdü elinden. “Cumhuriyet Savcılığı tarafından otopsi yapılmak üzere Adli Tıp Kurumuna götürülen cesedin son 24 saat içinde öldürüldüğü…” “ilk belirlemelere göre...” “Genç bir kadına ait olduğu belirtilen cesedin yüzü, asitle eritilmiş olduğundan kimlik tespiti için dna testi... Mide bulantısıyla fırladı sofradan, banyoya zor yetişti, midesinde ne var ne yoksa çıkardı, bulantısı geçmiyordu. Tir tir titriyordu. İki kaşık passiflora içirdi annesi, (teyzesinin tavsiyesiyle almıştı) yatağına yatırdı, saçını okşadı. Çocukluğundaki gibi şarkı söyledi ona, gözyaşlarını sildi. Olsundu, doysundu annesine. Sevsindi annesi onu bol bol. Bu adamdan kurtulamayacaktı, öldürecekti onu da nişanlısını öldürdüğü gibi, bu gerçeği apaçık görüyordu. Ağlaması kesildi birdenbire. Yumruklarını sıktı. Dişlerini gıcırdattı. Dudağını ısırdı. Evet, belki sonu nişanlısı gibi olacaktı. Kurtulamayacaktı. Ama bu sonu kabullense de geciktirecekti en azından. Geciktirmeliydi, uğraşsındı manyak! Evden çıkmamaya karar verdi, kimseyle görüşmeyecekti. Kızların peşine de düşebilirdi, onları korumalıydı. Telefonunu kapatırdı, kimseyle konuşmazdı. Düşünürdü bir şeyler, öyle kolay lokma olmayacaktı!

Sabah sersem gibi uyandı. Mis gibi sucuk kokusu sarmıştı evi. Çaydanlığın sesini, çayın kokusunu duydu. Midesi kazındı. Yüzünü yıkayıp hemen sofraya oturacaktı. Kapı çaldı. Anne, Nesrin Teyze geldi diye seslendi kapıyı açarken. Kahve için erken değil miydi! Kimse yoktu. Aşağıdan bastılar herhalde diye seslendi yine annesine. Kapıyı kapatırken yerde bir zarf gördü, uzanıp aldı. Zarfın üstünde Ben Sana İnanıyorum yazıyordu. Açtı, boştu zarf. Sağını solunu çevirdi, boştu. Başı döndü birden, tutundu kapıya. Düştü, karardı ortalık. Anne diye seslenmeye çalıştı, sesi çıkmadı.

Songül Hanım elinde sıcacık ekmeklerle fırından geldiğinde, kapıyı açık bulmuştu. Zeynep evde yoktu. Aramıştı. Telefonu evdeydi. Pijamalarını da değiştirmemişti. Telaşlandı o zaman. Nesrin’e sordu önce, orada değildi. Arkadaşlarını aradı, tek tek, haberleri yoktu. Kocasını aradı çaresizce, ağlayarak. Telaşlanma, dedi kocası. Bir dur hele, velveleye verme hemen ortalığı. Kocaman kız, hava almaya çıktı belki, biraz yalnız kalmak istemiştir, biliyorsun işte. Dinle beni, diye bağırdı Songül Hanım kararlı bir sesle, dinle beni Metin. Zeynep’in başına bir şey geldi diyorum sana, o çocuk, o çocuk yaptı, çık hemen, polise git. Tamam dedi o zaman kocası boğazı düğüm düğüm, tamam.

Hayatında hiç bu kadar korkmamıştı Metin Bey. Polise gitti. Dinlediler onu, sakinleştirdiler. Karakol amiri geldi o sırada, kızınızla tanışmıştım dedi, Ben Komiser Fuat, ifadesini ben almıştım. Ayağa kalktı Metin Bey, tokalaştılar. Lütfen oturun dedi genç komiser kendi de otururken. Şüphe duymakta haklısınız diye devam etti. İyi düşünmeye çalışın, korktuğunuz gibi olmayabilir, belki de sadece dolaşmaya çıkmıştır. Başını salladı Metin Bey dudaklarını birbirine bastırarak inşaallah, dedi. Merak etmeyin, bakacağız hemen, siz şimdi gidin birazdan geliriz. Tamam dedi Metin Bey. Başı önünde karakoldan çıktı. Yumruğunu ısıra ısıra arabasına kadar yürürdü.

Şimşek gibi girdi mahalleye, arabanın kapısını çarpıp adamın kapısına dayandı. Ağza alınmadık küfürler savura savura kapıyı yumrukluyor, tekmeliyordu. Adam kapıyı açınca kroşesini çenesine oturttu. Hiç zaman kaybetmeden düştüğü yerden kaldırıp yakasına yapıştı. Kızıma ne yaptın itoğluit söyle! Burnunun ortasına bir yumruk daha indirdi. Adam karşılık vermiyordu. Şaşkınlıkla açtığı gözlerini kırpıştırıyor, burnundan boşalan kana bakıyordu. Ne oldu, neden diyordu sadece durmadan. Adamı tükürür gibi yere atıp evi aramaya koyuldu. Her yere baktı, bahçeye bile çıktı, her deliğe girdi, kızını bulamadı. Tekrar yakaladı adamı yakasından, tehditlerle küfürleri harmanlayarak ağız dolusu kustu. Öldürürüm seni, dedi. Bu kapıdan sağ çıkamazsın, konuş! Konuş diyorum! Yakasından tuttuğu adam sağ elinde bir çuval gibi sallanıyor, sol eliyle arka arkaya suratını yumrukluyordu. Komiser Fuat girdi araya, adamı elinden alıp ambulans çağırdı. Gerek yok, iyiyim ben dedi Bora. Burnuna tampon yapmaya çalışıyordu. N’aptınız Metin Bey dedi genç komiser. Neden beni beklemediniz!

Zeynep gözünü açtığında, Bora karşısındaydı. Elleri ve ayakları bağlıydı. Başı öyle şiddetli ağrıyordu ki gözünü açmakta zorlanıyordu. Kloroformun yan etkisi dedi adam. Kusura bakma, toz haline getirmek için çeşitli kimyasal işlemlerden geçirdim. Zarf açılıp havayla temas ettiği anda etki göstermesi gerekiyordu. Aferin sana dedi Zeynep alaycı bir tonda. Neredeyiz diye sordu sonra küçümser bir ifadeyle. Bahçede, dedi adam, sırıttı. Tanımadın mı? Kaşlarını çattı Zeynep. Yalan söylemiyorum dedi. Bak. Telefonundaki uygulamadan evdeki kameraları gösterdi tek tek. Son kare onları gösteriyordu. Su deposuymuş burası zamanında, sonra doldurmuşlar dedi, ben de boşalttım. Tekrar sırıttı. Fena mı oldu bak, sen ihbar edince Ayça’yı buraya taşıdım. Sustu. Suratı asıldı. Birlikte son günlerimizdi, diye ekledi sesi titreyerek. Manyak!

Bildirim gelince aydınlandı ekran. Açıp baktı. Misafirimiz var dedi Zeynep’e gösterirken. Babasıydı, kapıyı yumrukluyordu. İçi genişledi görünce. Birden sıkıştı göğüs kafesi, kimse onu yerin altında aramayacaktı. Sadece laboratuvarında kamera olduğunu sanıyordu polisler. Bize geldiğinde biliyordu, diye düşündü, hep biliyordu, hep bir adım önde. Baba diye bağırmaya başladı. Baba buradayım, bahçedeyim. Babaa. Bahçedeyim. Buradayıım. Boğazı yırtılana kadar bağırıyordu. Buna rağmen ona engel olmaya, susturmaya, ağzını kapatmaya çalışmıyordu Bora. Hatta, neredeyse üzülerek bakıyordu yüzüne. Göz göze geldiklerinde ayağa kalktı. Babamızı çok bekletmeyelim dedi, sonra eğildi, fısıldadı kulağına, güzel dilini bunun için kaybetme değmez güzelim. Burası ses geçirmez.

Buhar olup gitmişti yavrucak. Üç gün üç gece kapısında uyumuştu adamın, polis de sağolsun özellikle Fuat komiser, adamı içeri almış iyice bir terletmişti ama annesinin sütü kadar aktı adam. Ne evde bir şey bulmuşlar, ne ağzından şüphe çekecek tek bir kelime duymuşlardı. Yalan testine bile sokmuştu onu Fuat komiser. Bütün bunlardan sonra, adam nezaretten çıkar çıkmaz konuşmaya gelmişti üstelik, anlıyordu onları, acılarını paylaşıyordu, elinden gelen bir şey olsaydı, istemekten çekinmesinlerdi.

Ne düşüneceğini şaşırmıştı artık. Songül de gece gündüz ağlıyordu. Neredeyse bir hafta olacaktı. Yoktu Zeynep, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Civardaki bütün mobeseler taranmış, sokaktaki kameralara, köşedeki marketin kayıtlarına bile bakılmıştı. Peşini bırakmayacağım demişti Komiser Fuat, cinayet masasıyla koordine oldum, bir kulağım onlarda demişti. Ölüsünü bulmak bile nimetti bazen. Üç gün daha geçmişti. Üç koca gün daha, iki kere aramıştı bu arada. Merak etmeyin demişti Fuat komiser, araştırıyorum. Elbette merak ediyordu, durduğu yerde duramıyordu. Gece gündüz, olur olmadık saatlerde dolaşıyordu adamın evinin çevresinde, evde olduğu zamanlarda da sık sık aşağıya bakıyor, arabasının yerinde durup durmadığını kontrol ediyordu. Televizyonun ışığını görüyordu geceleri. Gündüzleri müzik sesi geliyordu. Yürüyüş bandının sesini bile duyuyordu çok yaklaştığı zamanlarda. Evdeydi adam, hiç çıkmıyordu. Songül tepsiyle içeri girince, zorla da olsa gülümsedi. Ellerine sağlık dedi. Mis gibi koktu. Kahvesini alırken ellerinin titrediğini saklamaya çalıştı. Böyleydi günlerdir, kalbi patır patır atıyordu. Elleri titriyordu. Passifloradan içiyordu arada gizlice. Duyduğu kaygı bütün bedenini ele geçirmişti. Ağlayamıyordu Songül gibi, ağlasa rahatlardı belki, ağlayamıyordu. Katı bir alarm durumu vardı içinde, kaskatı, tetikte bekliyordu. Açsana şunun sesini dedi Songül. Haberlerde genç bir kadının fotoğrafı vardı. O sırada çalan telefonuna bakarken, kumandayı Songül’e uzattı. Fuat komiser arıyordu, odadan çıktı.

Bir hafta önce ormanlık alanda korucular tarafından bulunan cesedin yapılan otopsi sonrası kimliği belli oldu. 7 senedir kayıp olan Armatör Cemil Akyürek’in kızı, Ayça Akyürek olduğu anlaşıldı. Düğününe bir hafta kala ortadan kaybolan kadının otopsi sonucunda yıllardır işkenceye maruz kaldığı ortaya çıktı. Kanında yüksek oranda uyuşturucu tespit edilen kadına uzun süredir uyuşturucu verildiği, ayaklarının ve dilinin kesildiği, iki doğum ve sayısız kürtaj olduğu bulgusu tespit edildi. Operasyonu yapan kişinin tıp eğitimi almış olduğu tahmin ediliyor. Cumhuriyet Savcılığı dava açma hazırlığında olduğunu bildirirken, maktulün yakınları…

Songül Hanım’ın içine ateş düşmüştü. Bağrının orta yerine. Yerdeydi, dizlerinin üstünde. Yakasını çekiştiriyordu. Dinlemedik yavrumuuu, dinlemediiiik, kendi ellerimizle o canavara teslim ettik diye ağıt yakıyordu.

Salona döndüğünde Songül’ün de haberi aldığını anladı Metin Bey. Ağız dolusu sövmeyi, etrafı kırıp dökmeyi, duvarları yumruklamayı istedi ama yavaşça çıktı odadan, sessizce kapattı kapıyı. Aşağı indiğinde Fuat komiser oradaydı. Cinayet masası ekipleriyle birlikte gelmişti. Girdi koluna, bekleyelim dedi, hele bir duralım. Telefonunu izliyoruz. Evden hiç ayrılmadı. Enseleyeceğiz. Dur hele.

Özel harekat polisleri girdi önce içeri, sonra cinayet masası, sonra Fuat ile Metin. Boştu ev, köşe bucak aradılar. Bahçedeki, yer altındaki hücreyi buldular. Duvarları kazıdılar, parkeleri söktüler, zanlının bütün güvenlik sistemini açığa çıkardılar ama hiçbir şey elde edemediler. Metin Bey’in, adamın evde olduğunu sanmasına neden olan televizyon v.s hepsi uzaktan kontrol edilmişti. Birkaç gün önce ayrılmış bile olabilirdi. Ev sahibine ulaştılar. On gün önce, bir yıllık kirayı hesabına yatırdığını, nedenini anlamadığını, sorduğunda cevap alamadığını söyledi adam. Dört gün öncesinden, nezaretten ayrıldığı günden itibaren bütün yurtdışı çıkışlarını incelediler. Kredi kartlarını, hesap hareketlerini… Evde bıraktığı telefonuna dışarıdan bağlandığını doğruladılar ama kaynağını tespit edemediler.

Göz göre göre yapmıştı her şeyi, göstere göstere yapmıştı, elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gitmişti. Dalga geçmişti hepsiyle, hepsinin suratına tükürmüştü. Evine girmiş, çayını içmiş, elini sıkmış, yavrusunu kucağından koparıp almıştı.

Ağır bir parfüm kokusu duydu, daha önce de duyduğu ama çıkaramadığı bir koku. Eline yüzüne tenine yapışmıştı sanki. Kurtulmak istiyor kurtulamıyordu. Ağzı acıydı. Midesi boş. Her yeri sızlıyordu. Başı çatlayacak gibiydi. Üşüyordu. Bütün bunları hissediyor, sıyrılmak, kurtulmak istiyor ama parmağını oynatamıyor, gözlerini bile açamıyordu. Ne kadar zaman sürdü bu durumdan kurtulması, kan ter içinde ne kadar boğuştu sanrılarıyla, bilmiyordu. Yavaş yavaş berraklaştı zihni, bedeninin kontrolü yeniden eline geçti, açtı gözlerini.

Üstünde, Ayça’nın üstünde gördüğü güpür gecelik vardı. Onun parfümüydü kokan. Elinin tersini dudağına sürdü. Kıpkırmızı bir ruj. Dehşetle doğruldu. Ayaklarına baktı hemen, sonra dilini kontrol etti. Hepsi yerindeydi. Etrafına baktı, sağına soluna. Bora’yı gördü. Odanın sağ tarafında, Zeynep’in çaprazındaki berjer bir koltukta bacak bacak üstüne atmış ona bakıyordu. Gözlerinde sıcacık, pırıl pırıl bir ifade vardı. Nasıl oluyordu bu, bir canavarın gözleri nasıl böyle bakabilirdi. Gözlerini kaçırıp Bora’nın arkasındaki gökyüzüne kaydırdı. Göğe kaçmaya, bulutlara kaçmaya, gerçeklerden kaçmaya çalıştı ama bütün yumuşak, kıkırdak dokusuyla duvardan daha sert bir şeye tosladı, Eyfel Kulesi'ne.

Evinden çok uzaktaydı artık. Çok çok uzaktaydı. Hemen yakınındayken uzanamadığı babasının ellerinden çok uzaktaydı. Yalnızdı. Tamamen. Bora’ya baktı. Artık ondan korkmuyordu. Keskin bir öfke duyuyordu. İliklerine kadar işleyen bir nefret. Elleriyle parçalasa doymayacaktı, dişleriyle parçalasa. Dişleriyle… parçalasa… Başını önüne eğdi. Ayça’nın oturduğu koltuğun benzerinde oturduğunu ayrımsadı. Kolunu koltuğun arkalığına yaslayıp başını kolunun üstüne yerleştirdi. Gözlerini kapattı. Evinde bir öğleden sonra müzik dinlerken yaptığı gibi. Konuşmadı, ağlamadı, yalvarmadı, sadece müziği duymaya çalıştı.

Dakikalar mı geçti bu halde, saatler mi, bilmiyordu. Ölçmek için kalp atımlarından başka imkan yoktu elinde. Bora’nın psikopat olduğu kesindi, bu yüzden bu sessizliğe daha fazla dayanamayacağına da emindi. Haklı çıktı. Bir milyon mu, bir milyar mı kalp vuruşu sonra geldi Bora boğazını temizleyerek. Gözlerini açtı Zeynep. Yüzüne baktı. Bakabileceği en güzel şekilde baktı. Gözleriyle kucakladı onu, gözleriyle öptü. Yine de konuşmadı. Ne yapacağını bilemez bir halde gördü onu, o şekilde bırakıp tekrar kolunun üstüne yattı, kapattı gözlerini. Birkaç yüz kalp atımı boyunca açmadı. Gitmedi Bora, aynı yerde durmaya devam etti. Hem üstündeki gölgesinden, hem soluğunun sesinden anlıyordu.

Sonunda saçlarını okşamaya başladı Zeynep’in, sonra omzunu. Gözleri kapalı, uyum sağladı ona. Dokunmasına izin verdi, dokunulduğunu hissetmesine izin verdi. Kalp atımları birbirine yaklaşana, birbirine karışana, birbirleriyle atana kadar devam etti. Açtı sonra gözlerini. Bora’yla göz göze geldi. Çekti Bora hemen kendini. Hazırda tuttuğu şırıngayı aldı. Yabancı güneşin altında parladı iğnesi, havadayken tuttu elini Zeynep, gözlerine bakarak yönlendirdi onu, şırıngayı kalçasına götürdü. Kaşları kalktı Bora’nın, gözlerindeki ifade daha da parladı. Açtı kalçasını, bedenine kusulan her bir damlayı içine aldı. Gevşedi Bora, rahatladı, güçlü hissetti kendini, güvende hissetti.

Şırınga bedeninden ayrılır ayrılmaz yakaladı yine gözlerinden Bora’yı, parmaklarını saçlarına geçirip geriye çekti, çenesindeydi nefesi, adem elmasına indi, sonra boynuna. Uyuşturucu etkisini göstermeye başlamıştı, fazla zamanı kalmamıştı. Nabzını aradı, buldu. Bütün nefretiyle geçirdi dişlerini, hırsla, kopardı. Can havliyle itti onu Bora, dirseğiyle vurdu. Kanı durdurmak için boğazını tuttu. Düştüğü yerden kalktı Zeynep, uyuşturucunun da etkisiyle sallanıyordu. Sehpada duran orkidenin sopasını çıkardı. Yerde, dizlerinin üstünde, iki eliyle kanamayı durdurmaya çalışan Bora’nın arkasına geçti. Çekti tekrar saçından, ölüm korkusuyla büyüyen gözlerine baktı. Şiş kadar ince, ahşap sopayı göz bebeğine sapladı. Acıyla, vahşi bir hayvan gibi kalktı ayağa Bora, kendi etrafında dönüyordu, savuruyordu kollarını, Zeynep'e vurdu. Savruldu Zeynep. Masanın ayaklarına kadar sürüklendi. Son gördüğü şey, sandalyenin ayağındaki uğur böceğiydi.

Karanlıktı, kapkaranlık… Gözlerini açamadı, açabilse, aralayabilse azıcık, bedeninin her noktasını sızlatan uyuşturucunun etkisinden bir kurtulabilse… yine... en baştan… başaramamış, başaramamış işte, başarmış olsaydı bu karanlık hapishanede olur muydu? ama olsundu, ağzında onun pis kanının tadı vardı ya, bu bile yeterdi, kolay lokma olmayacağını söylemişti. Bütün organlarını kesebilirdi teker teker, boyun eğmeyecekti, yapmayacaktı bunu. Biliyordu. Hiçbir şeyden bu kadar emin olmamıştı. Beyni dağılacak gibi ağrıyor, midesi kasılıyordu. Her gün bu duyguları yaşamaktansa ölmeye çalışmalı, öldürtmeli kendini, en azından bunu başarmalı. Rüyalar, kabuslar, bölük pörçük... çocukluğu en çok, bir de Bora’nın gözleri… Bora'nın gözleri büyüyordu, büyüyordu, büyüyordu, yutuyordu evreni. Her şey simsiyah kesiliyordu. Göz kapaklarının ardındaki aydınlığı ayrımsadı birden ama yadırgadı onu. Yavaş yavaş aydınlanıyordu çevresi. Neden? Sanrılar! Gözlerini aralayabildi sonunda. Uğur böceğini göremedi ama sandalye oradaydı, masa da. Doğruldu zonklayan beynini akıp gitmesin diye tutarak. Gökyüzünde yükselmeye başlayan güneşi gördü. Kaç saattir bu halde? Bora’yı gördü sonra, yerde, yüzüstü, hareketsiz, kapıya kadar sürünmüş... ardında büyük bir fırçanın bıraktığı, mat, donuk, pütürlü bir kan iziyle, kurumuş.