İçinizi parçalayacak bir hikaye anlatacağım.
Fırından çıkar çıkmaz Ali Ata’yı aradım. Geceden mesaj atmıştı: Knka sabah isten cıkınca görüşelim. Ok.
Ali Ata liseden arkadaşımdır. Arkadaşlığımız benim ona Ali ata bak, esprisini yapmayan tek kişi olmam ve onun da miyop olmadığıma, hiç değilse dört buçuk numara miyop olmadığıma inandırabildiğim tek kişi olmasıyla kurulmuştu.
Telefon kulağımda sokağı izlerken, arkamdan Şerlok’un müziği çalmaya başladı. Ali A…
Tok!
Bu Ali Ata’nın selam verme biçimiydi. Kafama okkalı bir tane geçirmişti.
Konuşmamız lazım. Nerede oturalım. Bizim derneğe geçelim, başka yerin çayı hoşuma gitmiyor. Oğlum ben Afyonlu değilim. Hallederim ben. Dabılyu si var mı orada. Var var yürü.
Afyonlular Derneği fırının karşısında küçük bir bahçenin içindeydi. Bahçeye girdikten sonra Ali Ata bana arka taraftaki lavaboyu işaret edip içeri girdi. Derneğe girmeye çok çekiniyordum. Dernek başkanı Hayati Bey, isterse yedi sülalesi Afyonlu olsun, Afyon’da doğup büyümemiş kimseyi derneğe üye yapmazdı. Kapı aralıktı. Tam karşıdaki ocakta bir bayan elinde demlikle yere çökmüştü. Adliyeye götürülürken yüzünü kameralardan saklamak için saçını öne döken bayan zanlılar gibi saç şelalesiyle yüzünü örtmüştü. O ne! Demliğin kapağındaki afyon sakızını mı değiştiriyor. Tevekkeli değil Ali Ata’nın başka yerde ağız tadıyla çay içememesi.
Varlığımı fark edip irkildi. Kaçamak bir bakış atıp ayağa fırladı. Elinde demlikle, suçüstü yakalanmış, kokmuş, ne yapacağını bilemez haldeki hiçbir mahluk bu kadar güzel olamazdı. Dalıp gittiğimi Ali Ata’nın, herhalde seslenmekten bıkmış olacak ki, hey sana diyorum be, diye bağırmasından anladım. Bozuntuya vermeden gülümseyip selamladım. Ali Ata en köşedeki masada oturmuştu.
Yürürken etrafa göz gezdirdim. Ocağın önünde köşeden sarkıtılmış kangal kangal sucuklar. Duvarlar, masalar, kanepeler, çay tabakları, aksesuarlar hep mor-beyaz. Muhtelif tarihlerde çekilmiş Afyon manzaraları. Siyah-beyaz ve renkli fotoğraflar. Oturduğumuz masaya geçirilmiş camın altında Afyonspor’un efsanevi seksen beş seksen altı kadrosunun toplu fotoğrafı. Allah’tan Ali Ata sırtını ocağa verip oturmuştu. Çayları da ben gelmeden söylemişti. Kim bilir neler anlatırken, ben ocaktaki suçlu huriyi izliyordum. Yüzünün mahcup hali henüz değişmemişti. Gözümün üzerinde olduğunu hissettiğinden bizden tarafa bakmamak için bir şeylerle uğraşıyor gözükmeye çalışıyordu. Raflardaki bardakları, fincanları falan indirip olduğu gibi geri koyuyordu. Güzelliğini idrak etmeye çalışmaktan vazgeçmiştim. O esnada kafamdaki tek soru şuydu, bu kız bana bakar mı.
Hayati Bey’in sesi. Bahçeden geliyor. Hemşeri derneği demeye bin şahit ister. Sesi gittikçe yaklaşıyor ve öfkesi artıyordu. Hani nerede hemşeriler. Kapıda kesildi. Kapıyı itip selam verecekti ki mahcup ocakçı hoş geldin babacığım, diye atıldı. Hayati Bey’e. Bir hayati Bey’e bir kızına bakarken Hayati Bey’le göz göze geldik. Yanımıza gelene kadar gözünü benden ayırmadı. Ali Ata’yla tokalaştıktan sonra beni işaret etti. Arkadaşım abi. Afyonlu olsa gelmezdi zaten, deyip ocağın önündeki makam koltuğuna kuruldu. Ali Ata eğilip, bu da istiyor ki bütün Afyonlular işi gücü bıraksın burada otursun. Başka yerde çay içmiyoruz daha nolsun, dedi. Ancak o zaman nefesimi bırakabildim. Hayati’nin tiye alınabilmesi rahatlatmıştı beni.
Neyseki sorumun cevabını bulur gibi olmuştum. Eğer ocakçı güzeli Hayati denen tip fukarasının kızıysa, muhakkak annesi çok güzeldi. Eğer babaya neredeyse fırsat vermeden olanca güzelliğini kızına boca eden annesi Hayati olacak bu abus suratlı gudubete varmışsa benim de yaramaz güzel karşısında bir şansım olabilirdi.
Normalde haftada bir-iki kez görüştüğümüz Ali Ata’yla derneğe girip Dilek’i görmek için her gün buluşuyordum. Çay içtikçe daha bi tutuluyordum Dilek’e. Fakat inanın oradaki varlığım ne Hayati’nin ne de Dilek’in umurunda oluyordu. Hatta bir gün kırk elli kadar dernek üyesiyle birleştirdiğimiz masalarda otururken, sağımdaki üyeye çayını verdikten sonra, sanki aradaki sandalye boş duruyormuş gibi, sıradaki çayı solumdaki Afyonlu veledin önüne koymuştu. Bir gün de dernekte kimse yokken, Ali Ata’yı beklemek üzere geldiğimde elindeki demliği benden saklama gereği hissetmeksizin kapağındaki afyonla birlikte çöpe dökmüş, bana da çöp kovasını dışarıdaki konteynere boşaltmamı emir buyurmuştu. İlk gün onu yakaladığımda ne yapacağını bilemeyen, hal ve hareketlerini orada suçunu bilen biri olarak onu gözlüyor olmamın verdiği temkinlilikle ayarlayan Dilek, şimdi bana görmez duymaz konuşmaz ot muamelesi yapıyordu. Vallahi gücüme gidiyordu bu durum. Ne şekilde olurdu bu bilmiyorum ama bir şekilde kendimi göstermeliydim.
***
Çevirme makinesinden gelen hamurları tezgaha dizerken arada camdan dernek binasına göz atıyordum. Bir ara bahçenin önünde gezinen bir karartı görür gibi oldum, önemsemedim. Bir iki sefer daha aynı karartıyı görünce gözlerimi kısıp cama iyice yaklaştım. Simsiyah giyinmiş bir herif. Siyah badi, siyah pantolon ve siyah spor ayakkabı. Gözlerinde de zorro maskesi. Tipik bir hırsız. Fırının floresanı cızırdayıp göz kırptı. Derneğe dadanmak üzere olan bir hırsız vardı ve eğer bu hırsızı enseleyip paketlersem bu beni Dilek’in gözünde kahraman yapardı. Usta ben bir yol ihtiyaca gidip geleyim, deyip fırladım. Kapıdan çıkmıştım ki birden durdum. Bir şeyi unuttuğuma dair bir his vardı içimde ve bu his şimdiye kadar beni hiç yanıltmamıştı. Bu esnada gözüme istif edilmiş odunlar çarptı. Elime göre sağlam birini seçtim. Derneğin bahçesine seğirtip içeri göz attım. İçeri girmişti. Bahçeye girip kapıyı kapadım. Sessizce ilerliyordum.
Çıt!
Burnum. Yerdeydim, burnum sızlıyordu ve sanki kafam durmuştu. Kafamı kaldıracak oldum. Hırsız bahçe kapısının üzerinden atlayıp koşarak uzaklaştı. Silkelendim. Kalkamıyordum. Bir daha silkelendim. Hani o uyanıp sonlandırmak istediğim rüyalar görünce yaptığım gibi kafamı, kafamın içinde, sabitleyip bir daha silkelendim. Doğruldum. Kaçamayacaktı. Bir ayağımı bahçe kapısının üzerine koyup yükseldim.
Horrt! Acıyla öne attım kendimi. Ayağıma bir şey batmıştı. Kapının korkuluk demiri. Ayağımı acıdan sabit tutamadığım için silkeliyordum sürekli. Ustaya haber vermem lazımdı. Telefonum? Tabi ya unuttuğum şey telefonumdu. Hepimizin Allah’ın şanslı kullarından olduğumuzu düşündüğümüz zamanlar olmuştur. O an da benim için böyleydi. Taksici Ali Dayı beni fark edip yanıma gelmişti. Durumu anlayınca beni taksiye atıp doğru devlet hastanesine götürdü. Yolda olanları anlattım. Hemen Hayati Bey’i arayıp olaydan haberdar etti, beni hastaneye götürdüğünü söyledi. Yalnız yaptığım civanmertliğe dair bir şey söylemedi. Herhalde Hayati Bey de bununla ilgili bir şey dememişti.
Acilde doktor beni muayeneden geçirdikten sonra burnuma bir bant takıp yanındaki somurtkan emektar hemşireye bana bir tetanos aşısı yapmasını söyledi. İğne beni hayatta en çok korkutan şey değildir ama çok korkutan bir şeydir.
Olmaz kesin ayağımı ayaksız kalayım. Israr etmeyin hayır yalvartmıyorum ayrıca yalvarmak zorunda da değilsiniz. Sorumluluğu kabul ediyorum. Ali Dayı, Ali Ata siz bir şey, Ali Ata sen de mi geldin kim haber verdi. Bakın bayılabilirim.
O kadar dil dökmem netice vermedi. O iğneyi omuz başıma yedim sonunda. İğne koluma yirt diye girerken, bu da adam mı be, dedi. Dilek. Yarım saattir dil döktürüyorsun ilkokul çocuğu gibi.
Hırsız girdi derneğe. Az kalsın yakalıyordum.
Ezikleyen bir gülüşle süzdü beni. Ayağımda ya da burnumda takılmadı gözleri. Senin, dedi. Bu kelimeyi şen bir vurguyla bir çırpıda söylemesi kabul ediyorum ki beni kendi gözümde de küçültmüştü. Neyine hırsız kovalamak. Bizi ya da polisi arasaydın ya.