HIRSIZ
Geldiğinde saat dörttü. Gündüzleyin dört. Bu saatte beklemiyordum doğrusu. Gece üç gibi falan gelir diye düşünüyordum. Genelde öyle olur ya, biz uyurken olur biter her şey. Her şeyi biz uyandıktan sonra etrafa dağılan eşyalardan, açık bırakılmış çekmecelerden anlarız. Biz hanımların çığlığı uyandırır beylerimizi hatta. Niye bu saatte geldin, diyemedim. Buyur ettim içeri. Selam verdi, ayakkabılarını çıkarmadan içeri girdi. Öyle olması gerekiyordu zaten garipsemedim. Salona daldı önce, etrafı yokladı. Televizyona dokundu kirli elleriyle, karışmadım. Dudaklarını büküyordu değerli gördüğü her eşyadan sonra. Oysa değerlilerdi de. Ne güçlüklerle almıştık biz onları. O dokunduğu televizyon var ya tam on iki taksitle alındı. Boncuk işlerdim kıyafetlere, ödeyebilmek için. Ahmet de öderdi elbet de küçük de olsa katkım olsun istemiştim. Gece gündüz çalışırdı yazık. Yazık sabah yedide çıkar gece on ikide gelirdi. Pazarları da giderdi bazen. Yüzünü zor görürdüm inanır mısın? Severek evlendik elbet. Babam vermedi, kaçırmaya kalktı hatta. O kadar çok seviyordu yani beni. Hem sevmesek bir kızımız olur muydu? Kocaman ettik bak, yirmisinde. Güle oynaya büyüttük, hiçbir şeyini eksik etmedik. Okuttuk, everdik. Yuva kurdu şimdi kendine, bir yıl oldu işte. Neyse, aç mıdır, yemek yapsam mı, işi de sürecek gibi. Uzun uzadıya bakıyor eşyalara. Yemeği sofraya koyduğumda incelemesini bitirmemişti daha. Acelesi yok, bitirir. Çok aç olmalı hapur şupur içti çorbayı. Hızlı hızlı gidip geliyordu kaşık, bir yemeğe, bir ağzına. Arada su iç dedim, su koydum bardağına. Yedikten sonra bir “ohh” çekti, af edersin geyirdi. Bir “eline sağlık” demedi nankör. Ben sofrayı, mutfağı toplayayım derken sızmış koltuğa. Yoruldu demek, yazık. Üstünü bir pike ile örttüm. Balkona çıkıp çayımı yudumladım. İki sandalye almıştık daha yeni. Balkonda keyif yaparız demiştik, e yaş aldık artık. Oturduk mu hatırlamıyorum, aklım da mı gidiyor ne! Çamaşır astım, mutfağa giriştim. Ne çok çanak çömlek var, versem mi bir kaçını, götürse. Ohoo, uyuyor daha bu! Akşam oldu yahu! Uyandırmak da olmaz şimdi. Neyse biz uyurken halleder herhalde işini. Ahmet geldi, yemiş dışardan, balkona geçti, bir sigara yaktı, sonra yattı. Fark etmedi bile adamı.
Çay koydum sabah ilk iş, kahvaltı hazırlayayım dedim. Salona bakayım, ne gitmiş ne kalmış. Dağıtmış mı ortalığı. Aman Allah’ım hala yatıyor! Bu nasıl hırsız! İşini mi bilmiyor anlamadım. Sinirlenmemek için tuttum kendimi, o da Allah’ın kulu neticede. Sofra hazırladım, üç tabak koydum, bizimle oturdu, yedi. Ne Ahmet ona bir şey dedi, ne de o Ahmet’e. Hoş, Ahmet de dün geldiğinden beri ne yüzüme baktı, ne tek kelam etti. Ahmet giyinip işe çıktı, adam da balkona geçip çayını içmeye devam etti. Sanki kendi evi! Anlamadım bu ne rahatlık! Ortalığı toplamaya giriştim ben de. Yatağın altında bir iğne buldum. Şırınga iğnesi. Biraz rahatlama geldi içime. İşini yapmaya başlamıştı demek, ne verdi acaba bize? Daha büyük bir planı mı vardı yoksa? Zamanı gelince göreceğiz, Rabbim hayretsin. Kötülüğünün şerrinden korusun.
Tam bir hafta geçti geleli, yerleşeli. Bizimle sofraya oturuyor, bizimle kalkıyor, bizimle yatıyordu. Bizden biri gibiydi. Ahmet de garipsememişti durumu, kimdir diye bile sormamıştı. Fark etmemişti belki de hala. Yemek koymamaya başladım önüne, anlasın diye. Gitsin artık ne alacaksa da alsın. Gitti tencereden kendi aldı yemeklerini, arsız. Bulaşıkları da bıraktı öyle. Sıkılmıştım bu durumdan, geçtim karşısına, saydım, sövdüm git dedim. Kılını bile kıpırdatmadı. Akşam olsun Ahmet’e söyleyeceğim. O sinirle akşamı zor bekledim. Ahmet girer girmez kapıdan diktim adamın önüne, “kovsana bunu” dedim. Anlattım her şeyi. Bir “off” çekti, “Sen içeri aldın” dedi. Ona mı sormuşmuşum. Onu ilgilendirmezmiş, susar mıymışım artık. Polisi aradım. Ne çaldığını sordular, hiç deyince kapattılar telefonu. Dinlemediler bile. Kızımı aradım, yapabileceği bir şey yokmuş. Babası kılıklı. Çaresizce oturdum karşısına. “Ne istiyorsun?” dedim. Ne versem gidersin? Gülerek doğruldu yerinden. İstediği kıvamı almış bir hamur gibi hissediyordum kendimi. Birazdan şekil verme aşamasına geçecekti. Bir hafta sürmüştü maya tutmam. “Ben bildiğin hırsızlardan değilim” dedi. Eşyaların hiçbir değeri yokmuş. “En değerli şeyi istiyorum, en değerli şeyi çalıyorum” dedi. Ne olduğunu sormama gerek kalmadan “zaman” dedi. Afyon almış olma ihtimalini düşündüm. O iğneler falan. Ciddiydi, ciddi olmalıydım. Benim verebileceğim bir şey değil bu, dedim. Vermeyi öğreteceğim, dedi. Kalan ömrümü mü istiyordu, filmlerdeki gibi. Ne kalmıştır ki zaten. Hayır, yaşamış olduğun zamanı istiyorum, dedi. Bir kısmını vermişim bile. Televizyonu nasıl aldın diye sordu. Düşündüm, düşündüm, hatırlamıyordum. Çalmıştı benden. Hiçbir şey anlatmamalıydım. Giderdi elbet alamayacağını anlayınca.
Sabahları birlikte kahvaltı ediyorduk. Sonra Ahmet işe gidince ikimiz kalıyorduk. Susma yemini etmiş gibiydim, o konuşmaya çalıştıkça yüzümü dönüyor, kapımı kilitliyordum. Bu şekilde bir ay, iki ay, üç ay derken bir yıl geçti. Varlığına alışmıştım. Varlığına alıştıkça yalnız da kalmıştım. Kimseyle konuşmamak zordu, hoş kimse de konuşmak istememişti pek. Kimse sormamıştı nasılım, niye konuşmuyorum, niye böyleyim. Ne kocam, ne kızım. Tekmişim gibi dünyada. Hırsız da mutlu değildi, bir yılda çökmüştü. On yıl yaşlanmış gibiydi. Haline üzülmemek de elde değildi. Oturdum yanına, “sana ne oluyor” dedim. O günden sonra ilk kez konuşuyordum. Ben konuşmadığım içinmiş, zamanla besleniyormuş. Ahh! Bir cümle söylemeye ne hasret kalmışım. Havadan sudan derken, ben anlatırken, o dinlerken iyileşmeye başladı. Yüzüne kan can geldi. Yemek yaptım, yedik, içtik. Ben de eğleniyordum açıkçası. Ne çok şey biriktirmişim içimde. Doğduğum yeri anlatıyordum ona, annemi babamı arkadaşlarımı. Kah ağlıyordum, kah gülüyordum. Ahmet ile böyle olalı ne kadar geçmişti. Ahmet’e en son ne anlatmıştım. Ahmet geliyor, yiyor, içiyor, uyuyor, işe gidiyordu. Her zamanki gibi. Mutlu hissediyordum, unutmuştum birçok şeyi ama bu o kadar kötü bir şey değildi belki. Altı ay daha geçmişti böyle. Yeterince kendini iyi hissettiğinde, bir gün gideceğini söyledi. İçime bir yumru oturdu. Ağlıyor muydum? Gitmesini istemiyordum. Sarıldım ona, gitme dedim. Kalırsam ölürsün, dedi. Benim de zamana ihtiyacım varmış yaşamak için, o katil değilmiş, yaşayabileceği kadarını alıyormuş. Durduramadım.
O gittikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Her şey birbirine karışıyordu, unutuyordum. Ne zaman evlenmiştim, kızım ne zaman doğmuştu, bir kızım mı vardı? Birlikte yaşadığım adam söylerken duydum, alzheimer oluşmuş bende. Hayır, bir hırsız vardı dedim, en son.
Çok iyiydi, ellerine sağlık. Zevk alarak okudum. Hırsızı biraz gözümde canlandırmak isterdim atmosfer açısından hırsız betimlenebilirdi. Olay ağırlıklı bir öykü değil, iç konuşmalar çok bu denge daha iyi kurulabilir. ( aslında çok beğendim ama hoca eleştirmemizi istiyor :/ kendimce fikirlerimi yazıyorum ben de işte :)) Benim ne haddime yoksa. :)
Ursula K. Le Guin’in Dümeni Yaratıcılığa Kırmak adlı kitabından alıntı yapayım ben en iyisi. Ben bakış açısını değiştirmeyi ele almak istedim öykünü düşününce bakış açısı değişseydi nasıl olurdu acaba. Bu fikir böyle dursun. Sözünü ettiğim kitapta şöyle geçiyor:
“Kasvetli Ev çok güçlü bir romandır; dramatik gücünün bir kısmı, işte bu hayli yapay değişimlerden ve seslerin karşıtlığından kaynaklanıyor olabilir. Yine de anlatıcının Dickens’tan Esther’e değişmesi her daim sarsıcıdır. Yirmi yaşındaki genç kadının söyledikleri, kimi zaman orta yaşlı romancının sesi gibi gelir kulağa, bu da oldukça mantıksız durur. (tabii yer yer rahatlatıcı bir durumdur bu, çünkü Esther kendini eleştirken bazen sıkıcıdır, ama Dickens öyle değildir). Dickens pek tabii kendi anlatı tekniğinin tehlikelerinin farkındaydı: Anlatıcı yazar asla gözlemci-anlatıcı ile çakışmaz, asla Esther,in zihnine girmez, hatta asla onu görmez. İki anlatı, birbirinden tamamen ayrı kalır. Olay örgüsü onları bir araya getirir, ama asla birbirlerine dokunmazlar. Bu garip bir yöntemdir.
Benim bu konudaki genel tavrım şu: Birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapmayı deniyorsanız bunun için gerçekten iyi bir nedeniniz olsun ve bunu müthiş bir özenle yapın. Durduk yerde vidaları gevşetmeyin. “
Sözünü ettiğim kitapta böyle diyor. Aslında tam olarak demek istediğim şeye nokta atışı yapamadım. Zaten hikaye çok vurucu ve akıcı. Sadece geliştirmesi kapsamında eleştiri yapıyorum. Mesela teknik olarak bir farklılıkla tekrar kaleme alınsaydı öykü nasıl olurdu?
teşekkür ederim :) okuduğun ve değerlendirdiğin için :) olay ağırlıklı değil evet, durum öyküsü gibi. ama hasta ve hastalık arasında olaylar kurgulanabilir mi? bilmiyorum düşünmek lazım. anlatıcı değişikliği de olabilir tabi, neden olmasın :) tekrar teşekkürler özverili yorum için :)
Kurgusunu çok beğendim, elinize sağlık. Tam kararında, hoş bir tat bıraktı. iyi çalışmalar (:
teşekkür ederim Tuğba hanım :)
Merhaba Sahra,
Öykünü sevdim. Zaten bütün öykülerinde dilini çok seviyorum. Emeğine sağlık
teşekkür ederim deryacım :)
Metaforlar kraliçesi, üslubuna sağlık. (:
mübalağ ediyorsun :) seviliyorsun :)