"Ne kadar güzelsin!" dedi ihtiyar kadın bana bakarken. Odaya vuran sabah güneşi yüzündeki çizgileri belirginleştiriyordu. Gözleri parlıyordu hayretinden. Dikkatle inceliyordu beni. “Bu nasıl bir yeşil böyle!” dedi. Elini bana doğru uzatmıştı ki, odaya Serhat girdi. Saçı dağılmış, göz altları çökmüştü. Ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Kadın bir hışımla başını oğluna çevirdi ve “Sabah-ı şerifler hayrolsun paşam! Saatten haberin var mı senin? Bu vakte kadar uyunur mu?” dedi. Serhat sakin, usulca duvardaki saate baktı; sekiz buçuğu henüz geçiyordu. Ağır adımlarla mutfağa gitti, çay koydu. Tezgahın üstündeki dağınıklığı toparlamaya başladı. Annesi çatık kaşlarla peşi sıra gitti. “Neredeydin dün gece? Sabaha kadar gözümü kırpmadım. Bir pencereye baktım, bir kapıya baktım. Meraktan öldürecek misin beni! İçeridekini de nereden buldun? Hırsız mı oldun oğlum başıma? Ama yook! Dedilerdi bana, babasız çocuk yetiştirilmez hırsız olur arsız olur, illa bir baba şart dedilerdi. Ben gencecik yaşımda yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, sizin yetişip büyük adam olmanız için saçımı süpürge ettim. Oğlum hırsız mı olacaktı? Cevap ver bana!”
Kadıncağızın sorularına aldırış etmedi Serhat. Buzdolabından kahvaltılıkları çıkardı, bir tepsiye koydu. Kederi omuzlarını düşürmüştü. İki çatal, iki çay bardağı ve şeker kasesini koydu tepsiye. Şeker annesi için. Ne diyecekti şimdi annesine? İhtiyar kadın cevap alamayınca odaya geri döndü. Şaşkınlıkla bana doğru eğildi. “A-aa! Bu da ne? Serhaat? Burada bir şey var? Ne bu?” Serhat duymazdan geldi. Çayı kontrol etti, demlenmiş. Bardaklara koydu; annesininki açık, paşa çayı. Annesine ne diyecek? Derin bir nefes aldı, elinde tepsiyle odaya geldi. Tepsiyi masaya bırakıp yanımıza oturdu. İhtiyar kadın hâlâ bana bakıyordu. Birden başını kaldırıp Serhat’a baktı korkuyla, “Sen de kimsin? Ne işin var evimde?” diye haykırdı. Oturduğu yerden sıçrayıp odanın diğer köşesine kaçtı. Bir eliyle yemenisini kontrol etti. “Nasıl girdin buraya? Defol evimden yoksa polis çağırırım! Komşular yetişin, evime hırsız girdi!” Serhat ağlamaklı, annesinin peşinden kalktı; “Anne benim, oğlun Serhat. Hatırlamadın mı?” Çaresizce etrafına bakındı, sehpanın üzerinde, hemen yanımda duran fotoğrafı aldı eline; “Bak, burada üçümüz beraberiz, sen ben ve kardeşim Nilüfer. Nilüfer’i hatırladın mı? Bak, görüyor musun altın sarısı saçlarını? Saçların bana çekmiş derdin hep Nilüfer’e, Serhat’ınkiler de babasına çekmiş derdin, onunki simsiyahtı. Hatırladın mı?” Kadın korku dolu gözlerle bir Serhat’a baktı, bir fotoğrafa. “Oğlum?” dedi kendini ikna etmek ister gibi. “Evet ya, benim, oğlun.”, Serhat’ın gözleri doldu. “Oğlum, evladım benim!” deyip sarıldı kadın. Neşeyle kalktı, “Sen şimdi açsındır, ne pişireyim sana? Karnıyarık yapayım mı, sen seversin. Dur şimdi hazır olur.!” deyip mutfağa doğru gidiyordu ki, Serhat annesini kolundan tuttu. “Gel önce kahvaltı edelim de anacığım, bak, kahvaltı hazır.” dedi masayı göstererek.
Annesinin karnını kendi eliyle doyurdu. Eli kendi çatalına hiç gitmedi. Yaramazlık yapmış bir çocuk gibi annesinin uygun ânını kolladı. En son dayanamayıp “Annee?” dedi. Kadın boş bakışlarla başını Serhat’a çevirdi. “ Anne… Eee…”, yutkundu Serhat. “Nilüfer. Kardeşim. Nilüfer’i kaybettik anne.” dedi Serhat, gözyaşları usulca akıyordu. “Alt mahallede arkadaşlarıyla oynuyordur oğlum. Bu kız hep böyle. Bizi meraklandırmayı pek sever!” dedi annesi. Serhat buruk bir şekilde güldü, “Anne. Hastaneden Nilüfer’in eşyalarını aldım. Doktorlar dün gece çok uğraştılar ama olmadı anne.” Kadıncağız oğlunun ne dediğini anlar gibi oldu. “Nilüferim.” dedi, “Kuzum, nereye gittin sen?” Ağlayarak masadan kalktı. Yanıma geldi. “Yavruuumm!” dedi. Sehpaya uzandı, Nilüfer’in mezuniyet töreninde çekindikleri fotoğrafı alacaktı ki, sehpaya vuran güneş ışığı gözüne yansıdı. Ağladığını unutararak yerinden sıçradı, gözlerini ovuşturarak “Ayy! Bu ne kadar parlak bir yeşil böyle!” dedi, “Ne bu?”. Sehpaya uzanarak bu defa beni eline aldı. “Anne o hani anneannemden yadigar kalan yaka iğnesi.” Kadın şaşırdı, “Anneannemden mi?” dedi. Serhat: “Hayır hayır, senin annenden. Hani sen de Nilüfer’e verm…” derken, ihtiyar kadın güç bela iki yakasını bir araya getirdiğim patiska kumaştan beni çıkarıverdi. Yere bir avuç afyon saçıldı. Serhat hıçkırıklarını tutamıyordu artık. Kadın hayretle yere eğildi, dökülenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Bir avuç afyonu cepte gizlemeye yarayan, zümrüt taşlı aile yadigarı bir yaka iğnesiyim ben. Ve kaderim evladından anneye yadigar kalmak. Ta ki bir sonraki unutuşuna kadar.