Özlüyordu hep olmayan şeyi, rahatı huzuru, kendine ait bir yeri, sessizliği. Deniz kenarında küçük bir kulübe yahut çiçeklerle dolu hamaklı sessiz sakin bir bahçe yahut penceresi hayallere açılan kitaplarla dolu bir oda. Kaçmak istiyordu varlığından yokluğuna. Tüm kaçışlar beyhude daha doğrusu kaçamayışlar. Hep olduğu yerdeydi, olmak istemediği yerde. Korkuyordu kendinden, sinir buhranlarından, hızlı kalp atışlarından, beyninin içinde dönen her şeyden, icraata dökülmeyen cinayetlerden, intiharlardan. Bir türlü yaşamayı becerememekten, kendinden, herkesten her şeyden hem iğreniyor hem de nefret ediyordu. Bunları düşündüğü, kendi huzurunu sağlayamadığı için yine kendinden nefret ediyordu. Huzurunun hırsızı kimdi? Zihni mi, düşünmek mi, pozitif bakmamak mı, iyi bir insan olmamak mı, küçük şeyleri büyütmesini, şişirmesini, onları kocaman bir iğne yardımıyla aniden patlatmasını sağlayan o mendebur mu? Hepsi aynı kapıya çıkıyordu zihni de oydu düşüncelerini bulandıran da o şekilsiz mendeburdu. Süveyda ona hep yeniliyordu, savaş tek taraflıydı, galip gelen hep aynı taraftı. Kalbinin ortasındaki o siyah noktayı aşikâr etmeye çalışan zihnindeki o mendebur tek galip gelen oydu. Süveydanın onu unuttuğu nadir anlar yok değildi.
Süveyda gerinerek yatağından kalktı, perdeyi çekti ve güneşin odaya girmesini seyretti, yüzünde onun tatlı sıcaklığını hissetti, kuşların ahenkli cıvıltısını dinledi, pencereyi açtı gökyüzüne baktı ve derin bir nefes aldı. Sonra üzerini değiştirdi, çantasını aldı aynada birazcık kendini seyrettikten sonra evden çıktı. Kadıköy'ün dar sokaklarında gizli olan eski eşyaları satan bir dükkân vardı. Dükkân hıncahınç eşyayla doluydu. Kuru kafalar, büyü kazanları, iksirler, otlar, iskeletler, sandıklar…
Dükkân ve sahibi ışıktan ve temizlikten bihaberdi. Süveyda şuursuzca sokaklarda gezerken tesadüfen bulmuştu orayı küçük ve siyah görünümü dikkatini çekmişti bir de dükkânın tabelasını görünce hiç düşünmeden içeri girdi. Süveydaydı dükkânın adı da. Etrafındaki renklerin yanında ortada bir yerde gizli siyah bir dükkân. Bir şey onu buraya sürüklemişti sanki. İçeriye girince etraftakileri zar zor seçti karanlıktan dolayı. Kasada uzun, kirli saç ve sakallı, yaşayıp yaşamadığı pek belli olmayan bir deri bir kemik ihtiyar bir adam oturuyordu. Süveyda'nın gelmesi pek ilgisini çekmedi. Süveyda etrafına bir göz gezdirdi, eşyalar yüz yıllardır buradaydı sanki dahası bu ihtiyar adamın da hep onların başında öylece oturduğu izlenimine kapıldı. İhtiyar adamın dudaklarında birden istihzalı bir tebessüm belirdi. Süveyda onu görünce irkildi. Yaşlı adamın çok hoşuna gitmişe benziyordu bu irkilme, daha iştahlı güldü. Süveyda bir an önce buradan gitmeliyim diye düşündü. Kapıya elini uzattığı anda adam derinden gelen bir sesle:
+ Sonunda geldin, gidememek üzere dedi.
Süveyda kapıyı açmaya çalıştı ama kapı açılmıyordu. Ne kadar kuvvet uygulasa da uğraştığıyla kaldı. Yaşlı adam tekrar:
+ Burası senin mahzenin, karanlığın, şeytani tarafın. Bir kere geldin mi çıkması zor ama imkânsız değil, nasıl çıkacağını ancak sen bulabilirsin. Bu kısa da sürebilir uzun da dedi ve sustu.
- Ben isteyerek gelmedim, farkında değildim ki.
+ Sen isteyerek geldin hem de buraya gelmek için yanıp tutuştun.
- Hayır, hayır b-be-bebe-ben bilmiyordum.
Adam bir şey demedi kısa bir sessizlikten sonra Süveyda:
- Nasıl çıkacağımı bilmiyorum ki
+ Düşün sadece düşün.
Az sonra adam yerinden kalktı, ayakta zor duruyordu. İki büklüm bir halde Süveydanın yanına geldi. Adam Süveyda'nın yanına gelene kadar aradan bir asır geçmiş gibiydi. Adam o kadar yavaş yürüyordu ki. Süveyda korkmuş gözlerle adama bakıyordu. Adam geldi Süveyda'ya bir şey uzattı bunu iç daha iyi hissedersin dedi.
- Ne bu?
+ Afyon
Süveyda adamın efsunu altındaydı adeta. Adamın dediğini yaptı. Biraz sonra başı dönmeye, sahte bir mutluluk gelmeye başladı. Kalktı daracık dükkânda sallana sallana yürüdü. Yürüdükçe çimen sesleri geliyordu, demek çimenlikteydi. Güzel kokular geldi burnuna. Yeni pişmiş ekmek kokusu, çikolata kokusu, kitap kokusu, taze yıkanmış nevresim kokusu, çiçeklerin kokusu, huzurun kokusu… Çiçekleri elleye elleye yürüdü. Şelale çıktı karşısına, bu sefer ona doğru yürümeye başladı. Etrafında dönerek kısacık saçlarının dalgalanmasını seyretti şelaleye gelene kadar. Sonra suya girdi, kollarıyla suları iterek ilerledi ve kendini akıntıya bıraktı.
Birkaç saat sonra kendine geldi Süveyda. Boş gözlerle etrafa baktı, sahte mutluluk sona ermişti. Yine o karanlık yerdeydi, adam yerine geri dönmüştü. Nasıl çıkacaktı buradan? Bir melce aramıştı hep kendine ama aradığı yerin burası olmadığı kesindi. Düşün demişti ihtiyar adam öyleyse düşünecekti. Ama o çözüm yolu bulmada da hiç becerikli değildi, bir çok konuda olduğu gibi. Etrafa bakındı bir ipucu bulurum diye. Aslında cevap belliydi. Ama henüz vakit gelmemişti, belki de hiç gelmeyecekti.
Aradan birkaç ay geçti. Süveyda günlerini dükkândaki eşyaları incelemekle, küçücük mutfakta açlıktan ölmemek için bir şeyler atıştırmakla, düşünmekle, çantasındaki tek kitabı mutfaktaki camdan sızan ışık kırıntısında okumakla -İlk başlarda pek odaklanamasa da sonra alıştı- geçirdi. Adam Süveyda'nın sorularını cevaplamak dışında konuşmuyordu. Zaten Süveyda da uzun süredir soru sormayı bırakmıştı. Adam ne yiyordu ne içiyordu orada öylece oturuyordu. Mutfaktaki yiyeceklerde Süveyda içindi galiba pek çeşitli olmasa da ölmemesi için yeterliydi.
Çantasında okuduğu kitaplardaki alıntıları yazdığı bir defter vardı, ona da açıp bakıyordu arada. Yine onu eline aldığında yazdığı bir alıntı Süveyda’nın aklını başına getirdi: Sonradan saadetini zehirleyen şeylerin başında, sadece kendisini bu kadar muhayyilesine terk edişin az çok hissesi olduğunu düşünürdü.
Saadetini zehirleyen, kendini bu mahzene sürükleyen kendisiydi ve yine kendisi saadetini geri getirebilirdi. İyiye, güzel bakmaya, pozitif olmaya, her şeydeki iyi yanı bulmaya tutunabilmeliydi. Huzuru başka yerde aramamalıydı, kendi özünde olan huzuru bulup çıkarmalıydı. Bunu defalarca denedi durdu. Bir iki kere yaklaşmış olsa da yine beceremedi. O mahzenden çıktı mı çıkmadı mı bunu kendi dahi bilen olmadı. Çünkü mahzen kendi içindeydi bir yanı hep orada kalacaktı diğer yanı ise bir şekilde hayatına devam ediyordu.