Buğulu bir güne uyandım. Güneşli sabahlar insanı daha çok uyanmaya teşvik ediyor, bugün beni itti geriye. Yüzümü yıkarken denizde olduğumu hayal ettim, yüzüme çarpan bu suyun dalga olduğunu. Yüzümü yıkadıktan sonra damlalar yavaş yavaş aşağıya akarken gözlerimin içine baktım. Gözlerimle baktım. Yoruldun değil mi?
Her günün aynı olduğu ama aslında her günün aynı olduğunu düşünmenin dışında farklı bir şeylerin de olduğu bir günde yine işe giderken buldum kendimi, işe giden bir topluluğun içerisinde. Hayır, sorgulamak istemiyorum. Gideceğim sadece. İş yerine geldiğimde birkaç yere dağılmış, gruplaşmış insanları fark ettim. Düz yürüyüp yerime geçsem olmaz şimdi, tuhaf olur. Ne oldu diye merakla sormam lazım birine ama kime? Hangi gruba gitsem daha az anlatır ve daha kısa sürede azat eder beni? Etrafı inceledim ve tarafımı seçtim. Fırat tanıdığım insanlar içerisinde dedikoduyu en az seven insandı, sevmezdi diyemiyorum maalesef. Onun olduğu gruba doğru ilerledim. Bir ayağımı grubun içerisinde olacak şekilde ileriye attım ama diğeri geride, her an kaçmaya hazır. Zaten benim bir ayağım geride olur her zaman. Kaçmaya hazır.
"Fırat, hayırdır?"
"Abi Gökay Bey..." dedi ve yere baktı hafiften sonra devam etti cümlesine. "Gökay Bey dün gece hastaneye kaldırılmış. Saldırıya uğramış, sesini duyan komşular ambulansı aramış hemen."
Çok da sevmediğim patronumu sevdiğimi mi fark ettim o an, yoksa bu başına kötü bir şey gelmiş her insana karşı içimde oluşan şefkat duygusu mu?
"Durumu nasılmış peki?"
"İyiymiş ama düğmesi kopmuş saldırganla boğuşurken. Pınar başka kıyafet götürmeye gitti şimdi."
Düğmesi kopmuş diyince gülmeye başladım istemsizce. Herkes sanki bunu bekliyormuş gibi bana katılmaya başladı. Bu, durumdan memnun olma gülüşü değil de aylarca yaşadığımız sinir bozukluğunun dışa vurumuydu. Biraz sakinleşince saldırganın derdinin ne olduğunu sordum, bu kez gerçekten merak ederek.
"Abi hırsızmış sanırım. Gökay Bey henüz ifade verememiş kıyafeti yüzünden."
İşe başladığım ilk haftayı hatırlıyorum. Aile evinden yeni ayrılmışım, ne dikiş biliyorum ne yemek ama yine de çabalıyorum. Bir sabah gömleğin düğmesi kopmuştu ve ben bulduğum ilk iplik ve iğne ile bir gayret dikmeye başlamıştım ve sonuçtan memnundum. Düğme ait olduğu yerdeydi ve görevini yapmaya devam edecekti. Önemli olan da buydu. Ben öyle sanıyordum. İşe gittiğimde bir dosya için Gökay beye uğramam gerekmişti. Aradan 5 ya da 10 dakika geçmişti ki bir anda gömleğini çıkar demişti. Patronumun yüzüne nasıl baktığımı hatırlamıyorum ama anlamsız, şaşkın, aval aval olduğu konusunda tahminlerim var. Sadece Gökay bey, diyebilmiştim, soru sorar bir ifadeyle. Çıkar, demişti emir verir bir tonda. Biraz korkuyla biraz endişeyle çıkarmış ve uzattığı eline bırakmıştım. Muazzam bir ciddiyetle diğer eliyle çekmesini açmış ve bir kutu çıkarmıştı. Kutunun içerisinde her renkten iplik ve çeşitli boylarda iğneler vardı. Yine kutunun içerisinden çıkardığı bir makasla benim sabah alelacele diktiğim düğmeyi kesmiş ve aynı anda ders verir tonda bir sesle bana bu düğmenin lacivert iplikle dikilemeyeceğini ve bunun sebeplerini anlatmıştı. Ayrıca yanlış yönlerde ve gelişigüzel dikmişim. Elinde tuttuğu iğneyi bana doğrultarak bundan sonra daha dikkatli olmam konusunda emir-nasihat karışımı bir konuşma yapmıştı son olarak. Tam gömleğimi alıp yeniden giymek üzereyken içeri Fırat girmişti. Normal şartlarda patronun elinde iğne iplik, çalışanın üzerinde atlet gören bir başka çalışanın şaşırması gerekirken Fırat sadece böldüğü için özür dilemiş ve gerekli olan bir evrakı masanın üzerine bırakıp dışarı çıkmıştı. Kapıya yöneldiğinde gülmemek için kendisini zor tuttuğunu fark etmiştim, eminim çıkar çıkmaz kahkahayı patlatmıştır. Dışarı çıktığımda beni bir köşede yakalamış ve patronun düğmelere karşı takıntısı olduğundan bahsetmişti. O günden sonra hep dikkat ettim, iplik seti bile aldım bir daha öyle bir duruma düşmemek için. Şimdi düğmesi koptuğu için ifade veremiyor olması hem biraz komik hem de dramatikti bana göre. Hepimizin az çok takıntıları var ve hangimiz bunu seçtik ki?
"Fırat, yakalanmış mı peki hırsız?"
"Hayır abi. Ama polisler evde afyon ve bıçak bulmuşlar. Bunun hırsıza ait olduğunu düşünüyorlar."
Afyonun üniversiteye kadar yalnızca bir şehir adı olduğunu sanıyordum. Selvi'nin peşine takılıp da girdiğim gruplarda afyonun ikinci bir anlamı daha olduğunu deneyimledim. Selvi. Gözlerindeki acıya aşık olduğum kız. Adı hala kalbimde bir miktar sızlamaya sebep oluyor. Gözlerindeki acıyı gözlerime bulaştıran kız. Aşk bulaşmaktır belki de. Dozu fazla olunca da... Adını o günden sonra bir daha asla hatırlamadığım bir uyuşturucu. Afyon değil. Ama fazla doz. Selvi'nin gözlerini kapatmasına sebep olan, içindeki acıyla birlikte. Benim bir parçamı geçmiş zaman diliminde bırakmama sebep olan. Hala o parçamın bir şeyler yapıp Selvi'yi geri getirmesini umuyorum. Kapattım gözlerimi, birkaç damla yaşın düşmesini göze alarak.
Birkaç gün sonra Gökay Bey iş yerine döndü, tamamen eski halindeydi. Hatta bir ara gülümsediğine eminim. Sonradan yaşananlar da yayılmaya başladı çalışanlar arasında. Evine akşam geç bir saatte hırsız girmiş. Gökay Bey de o gün geç saate kadar çalıştığı için henüz uyumamış ve hırsızla karşılaşmışlar. Boğuşma sırasında hırsız neyse ki bıçağını düşürmüş de çok zarar verememiş. Birkaç gün sonra saldırganın yakalandığı haberi de geldi ve biz sıradan iş yaşantımıza yeniden döndük.
Bir gün iş çıkışı eve gelirken Selvi'ye çok benzeyen bir kız gördüm. Kolundan tutmamak için zor tuttum kendimi. Ne yapacağımı şaşırmış vaziyette yürürken birine çarpıp yere düştüm. O sırada gömleğimden sallanan düşmek üzere olan düğmeyi gördüm. Tutup çektim hınçla, içimden bir acıyı çekip almaya çalışır gibi. Düğme elimde, acı hala yerinde. Kalktım ve yoluma devam ettim. Eve geldiğimde ilk işim dikiş kutusundan iğne iplik alıp düğmeyi yerine dikmek oldu. İpliğin rengine, dikişin yönüne dikkat ederek. İşim bittiğinde düğmenin doğru bir şekilde dikildiğinden emin olup yüzümü yıkamaya gittim. Yüzümü yıkarken suyun dalga olduğunu hayal edip, olmadığını bilip gözlerime baktım. Acı hala orada. Yoruldun değil mi?
İrem İlayda Doğan