Kaçış

Hacer Çiftçi

Güneşi kovalar gibi itti eliyle. Koluyla yüzünü kapatmaya çalıştı olmadı. Yorganı yüzüne çekti, nefesi daraldı. Ağzının içinde tanıdığı ama adını bilmediği bir acılık vardı. Gözlerini açmadan uyandı. İstemedi ama zihni onu dün geceye götürdü. Gözlerini biraz daha sıktı; belki karanlık, zihnini kandıracak ve başka bir dünyaya gidebilecekti. Olmadı. Acı bir kahve ile kendine gelmeye çalışacaktı. Derin bir nefes aldı doğruldu, gözü yatağın kenarındaki bavula takıldı. Bir taksi çağırdı…

Taksi geldiğinde hazırdı, bavulu zaten dün geceden hazırdı, ama ne düşündü ya da unuttu mu bilinmiyor; bavulunu almadan çıktı; işe gider gibi, markete gider gibi, bir arkadaşını ziyarete gider gibi çıktı evden… Otogara geldiğinde ne yapacağını, nereye gideceğini bilemedi birden. Kapıda bir otogar çalışanı karşıladı onu, “Kütahya Uşak Afyon, abla var mı Kütahya, Uşak, Afyon?...” Aklındaki şey gitmek değildi, “bu şehirden gitmek”ti. O yüzden neresi olduğu önemli görünmedi, ilk araba nereye gidiyorsa oraya gitmek istedi. “Buradan en uzak yere ilk araba nereye gidiyorsa orası olmalı.” dedi sonra. Sonra birazcık dinlenmek için, hem cam kenarı hem de sakin bir koltuk buldu, bir çay söyledi…

Neler olmuştu öyle, başına gelenler neydi, neyle açıklanabilirdi? Bundan sonra ne olacaktı? Doğup büyüdüğü, üniversite okumak için bile olsa ayrılmadığı bu şehirde hırsız gibi köşe bucak saklana saklana mı dolaşacaktı? İnce ince işlediği bu hayatı geride bırakmak bugüne kadar ne zor görünmüştü halbuki. Şimdi arkasına bakmaya korkuyordu. Kafasını kaldırsa biriyle göz göze gelmek korkusuyla ayaklarının ucuna baka baka bitirdi çayını. Sonra bir çay daha söyledi. Otobüslerin biri geliyor biri gidiyor, biri doluyor biri boşalıyordu. İnen yolculara baktı, elinde bir bavulu olmayan, neyi var neyi yoksa, bulduğu sağlam plastik bir çantaya doldurmuş, orta yaşın üstünde bir kadın etrafına baka baka bekliyordu, karşılama yapılmamıştı yapılmasına da gelişi bile hesaplanmamış, otobüsün başında öylece bekletiliyordu. Kapıdan çıkarken birinin kollarını açıp beklemesini hayal etmişti oysa ki… Bir başkası, kirli sakallı bir adam, ellerinden belliydi zor bir işi olduğu, iner inmez bir sigara yaktı. Onu karşılayacak, almaya gelecek biri yoktu, şehir içi servisin yanı başında beklemesi bu yüzdendi. Şu kalabalık tarafından beklenenin kim olduğu daha inmeden belliydi, saçları 3 numaraya vurulu, hayatında kendi şehrinden başkasını askerlik sebebiyle görmüş, yanık benizli, adı muhtemelen dede yadigarı bir genç, yeni öğrendiği bakışı ve gülüşü ile sarıldı gelenlere… Sonra camdan kendi yansımasını gördü. Uğurlayanı, karşılayanı olmayan kendisini. Başka bir şehrin adını, hayalini kurmamışken bir saatte bütün hesaplarını yapmış, işte şimdi belki birazdan denk gelecek bir otobüse atlayıp bilmediği bir şehrin otogarında içecekti bir sonraki çayını. Hayat dedi, iğne ile kuyu kaz, it gibi çalış… sonra… kader dedi sonra… kader miydi acaba gerçekten, yoksa kendi seçimi miydi? Sonuçlarını tahmin edemiyor muydu, ediyordu elbette, hem de en olası sonucu gelmişti başına, ama bunun muhasebesini, korkusunu, olursa ne olacağı ile ilgili planları hep sonraya bırakmıştı. İşte o sonra gelip çatmıştı. Kendi eli ile seçtiği sonra idi bu, ama belki biraz daha sonra bekliyordu. Belki hiç gelmez diyordu. Gelmişti…

Kaçıncı çayı olduğunu bilmiyordu yenisini söylerken. Gidişini bir çay içimi daha ertelemişti. Nereye gidip ne yapacağı ile ilgili düşünceler kafasında kasırgalar estiriyordu. Çayların parasını ödedi, çantasını aldı, sabah kendisini otogara getiren taksiyi çağırdı…