Gidiyor Görünmeden

Mehmet Faruk Kurt

GİDİYOR GÖRÜNMEDEN (Usta - Çırak Öyküleri 1)

Mehmet Faruk Kurt

Kulağının dibinde çınlayan “Usta” sesiyle irkilip yatağından fırladığında gece yarısıydı. Bir kâbusun ortasında uyandırıldığı için ter damlalarıyla ıslanmış olan alnını silerken “ne var” diye öfkeyle bağırdı kendisini uyandıran çırağına. “Hırsız” dedi çırak, “hırsız girmiş Usta.”

Gözü, rüzgârın perdesini dışarı çıkarıp havalandırdığı açık pencereye ilişti önce. Sonra masasının en alt çekmecesine döndürdü başını. Yorganı üzerinden fırlatıp çekmeceye koştu. Anahtarı aramasına gerek kalmamıştı, çünkü çekmece çoktan açılmıştı. Zorlanarak mı yoksa başka bir şekilde mi açıldığını düşünmedi. İçinde aradığı şeyi bulamadığı için ayağa kalkıp aranmaya koyuldu. Bütün çekmeceleri, duvardaki gömme dolabı, hırsızın ayak basmış olabileceği her bir karışı aradı. Yoktu.

Ustasının ne aradığına dair meraklı bakışlarla onu takip etmekte olan çırağa dönüp “Çalmış” dedi, “iğneleri çalmış.” Çırağın “ne iğneleri Usta” sözüne aldırış etmeden “Çabuk hazırlan” dedi, “vakit kaybetmeden hırsızı bulmamız lazım.”

Bu saatte dışarı çıkmaya alışık olmayan çırağın, soğuğun da verdiği ürpertiyle dizleri titriyordu. Ellerinde gaz lambalarıyla sokak sokak dolaşmaya başladılar. Çırak “İğneler ne iğnesi?” diye sorup duruyordu. Usta ilk başta anlatıp anlatmamakta kararsız kalmıştı. Ama bu sırrı paylaşabileceği kadar zaman yanında tutmuştu onu. Anlatabilirdi. Daha doğrusu, bu olay yaşanmamış olsaydı yakın zamanda zaten anlatacaktı. El vermenin zamanı yaklaşıyordu çünkü. Bir yandan etrafını seyredip bir ipucu ararken, bir yandan da anlatmaya başladı.

“İğneler” dedi, “bana ustamdan miras kaldı. Ona onun ustasından, ona da onun ustasından. Her usta günün birinde, bir usta yetiştirdiği zaman bu iğnelerden birini kullanır ve her şeyini yeni ustaya devrederek uzun bir yolculuğa çıkar. Çok uzaklarda, dağların ardında, denizin ortasında bir ada, adanın ortasında bir tepe var. Oraya ulaşmanın tek yolu görünmez olmaktır. İşte bu iğne görünmezlik iğnesidir. Vücudunun herhangi bir yerine batırdığın zaman yavaş yavaş, bir hafta içinde görünmez olursun. Benim ustam bu iğneyi batırırken hiçbir acı hissetmediğini” demişti ki girmek üzere oldukları sokağın başından ileride ateş yandığını fark ettiler. Dikkat kesildiklerinde belli belirsiz fısıltılar da işittiler.

Çırağın bu sokağı es geçecekleri düşüncesine karşılık Usta aradığını bulmuş edasıyla sokağın içine doğru yürümeye başladı. Usta önden, çırak arkasından ağır adımlarla ışığa doğru yaklaşıyorlardı. Biraz ileride yerde bir parıltı gördü usta. İki adım sonra parıltıların sayısı birkaç taneye çıktı. Gördüğü şeylerin aradığı iğneler olduğuna emindi. Adımlarını sıklaştırarak oraya doğru yaklaşmaya başlamıştı ki ateşin bulunduğu yerden önce genç bir adam, onun arkasından da iki genç daha sokağa fırladı. Ustayla çırak aniden durdular. İki tarafın parıldayan şeylere mesafesi hemen hemen aynıydı.

Usta bakışlarını karşısındaki gençlerin üstünden çevirmeden elini arkaya uzattı, çırağı kolundan tutup yanına çekti. Hafifçe yana, çırağın üzerine doğru eğilerek fısıldadı: “Ben onları oyalarken sen yerdeki iğneleri topla. Beş tane olmalılar.”

Gözlerini ortadaki gencin üzerinde ve omuzlarını dik tutarak yürümeye başladı. İğneler yokmuş gibi üstlerinden geçti. Onun bir adım gerisinde duran çırak hızla yerdeki iğneleri topladı. Dört tanelerdi. Gözleriyle etrafı süzdü, sağına soluna önüne arkasına baktı, baktı ama bir tane daha yoktu. Usta da karşısındaki gençlere üç adım kala durmuş, çırağın iğneleri toplayıp yanına gelmesini bekliyordu.

Usta dikkati üzerine çektiği için çırağın iğneleri topladığını fark etmeyen gençler Usta’ya “Hayırdır ihtiyar” diye seslendiler. Usta yaklaştıkça fark etmişti ki gençler ayakta durmakta zorlanıyorlar, yarı baygın bir halde ve sallana sallana seyrediyorlardı onu. Bulunduğu yerden ateşin başını görebileceğini anlayan Usta, başını hızlıca o tarafa çevirdi. Birkaç saniyelik bakış buranın afyon çeken gençlerin mekânı olduğunu anlamasına yetti. Yerde uzanmış olan birkaç genç de ani bir harekette ayaklanmaya hazır vaziyette bekliyorlardı.

Usta, çırak yanına gelince “Biz” dedi “yolumuzu şaşırdık galiba.” İçlerinde aklı henüz tam uçmamış olanı “Bu saatte sokağa mı çıkılır ihtiyar” dedi, “al bebeni de dön evine.” “Haklısınız” dedi Usta, “biz hemen gidiyoruz.” Çırağın kolundan tuttu, geri geri birkaç adım attıktan sonra arkalarını dönüp hızla uzaklaştılar.

Yolda iğnelerin kaç tane olduğunu sormayı akıl etmedi Usta. Bir an önce eve varıp iğneleri yerine ulaştırmayı amaçlıyordu. Odasına girince önce telaştan açık unuttuğu pencereyi kapadı, sonra çırağa dönüp elini açtı. Çırak iğneleri ustasının avucuna bıraktığında Usta bir eline, bir çırağın yüzüne baktı. “Biri nerede” diye sordu telaşla. “Yoktu,” dedi çırak, “dört tanelerdi, beşincisi yoktu.”

Usta iğneleri masanın üstüne bıraktı. “Kaldır ellerini” dedi çırağa. Çırak ellerini iki yana açınca üstünü aramaya koyuldu. Çoraplarının içine ve donuna varıncaya kadar bütün vücudunu aradı, bulamadı. Öfkesine hâkim olamayınca da çırağın boğazına yapıştı. Çırak ustasının kendisini duvara yapıştırmasına karşı güç kullanmadı, “ben almadım, ben almadım” demekten başka hiçbir şey yapmadı. Usta çırağın bu hâlini görünce geri çekildi. İşaret parmağını yüzüne doğrultarak, “onu sen aldıysan vallahi yaşatmam seni” dedi öfkeyle.

Kapıya yürüdü, kapıyı içeriden kilitleyip anahtarı cebine attı. Masanın üzerinden iğneleri aldı, dışını bir bezle sarıp diğer cebine koydu. “Bir hafta bu odadan çıkmak yok.” dedi, “Onu nasıl kullanacağını biliyordun, kullandıysan seni yaşatmam.” Sandalyesini pencerenin önüne çekip oturdu.

Ustayla çırak, uyanık oldukları sürece birbirlerini gözleyerek, uyudukları sürece de en ufak tıkırtıya uyanarak üç gün geçirdiler. Üçüncü günün akşamında çırak, ellerini bağlamış halde sandalyede oturan ustasını seyrederken birden heyecanla yerinden fırladı. Onun ani hareketine karşılık usta yine çırağın boğazına yapıştı. Sonra birden ellerini geri çekti, başını eğdi, gözlerini kocaman açarak ellerine baktı. Parmakları yoktu. Yani vardı ama görünmüyordu. Yüzüne dokundu, hissediyordu. Masasına geçip kalem aldı eline, kalem havada duruyormuş gibi görünüyordu ama onu tuttuğunun farkındaydı.

Elini cebine atıp iğneleri çıkardı. Yine dört tanelerdi. Bu demek oluyordu ki beşincisi bir şekilde kendisine batmıştı. “Usta” dedi çırak, “sen önümden, başını gençlere dikmiş yürürken iğnelere basmıştın.”

Usta sandalyesine oturdu. “Demek” dedi, “benim vazifem buraya kadarmış. Artık usta sensin.” Sonra gözleri doldu, sesi titreyerek “Senden şüphe ettiğim için beni affet” dedi.

Bütün vücudu görünmez oluncaya kadar, dört gün boyunca ona son nasihatlerini anlattı. Ustasının kendisine anlattığı gibi gideceği adaya nasıl ulaşacağını tarif etti. Gitmeden önce “Senden sonraki ustaya” dedi, “üç iğne kalacak. Ondan sonrakine iki. O ustasını yetiştirdiğinde iki iğneyi ikisi birlikte kullanacaklar. Onlar son yolcular olacak. Başka usta yetiştirmeyecekler. Ben seni, ustamın şimdi beni beklediği yerde bekliyor olacağım. Kendi çırağını da benim seni bulduğum gibi bulacaksın. Şimdilik hoşça kal.”

Bir evin kapısı kendi kendine açıldı, kendi kendine kapandı. Yoldan geçen bir genç bunu fark edip durdu. Başını yandaki pencereye çevirdi. İçeriden bir elin kendisine gel diye işaret ettiğini gördü. İradesinin kendisinde olduğundan emin olmadığı halde az önce kendi kendine açılıp kapanan kapıya doğru yürüdü.

(okuduysanız bir yorumu esirgemeyin fakirden, teşekkür ederim :)

(İkinci usta-çırak öyküsü:

https://docs.google.com/document/d/15aa4UKn5p4_gtE06KJ_XK8Vl3Ri-_aMjDuh3uWPU9Eg/edit )