Afyonkarahisar T Tipi Cezaevi’nin kapısındaki jandarmalara “görüşürüz” dedikten sonra özgürlüğe ilk adımımı attım. Herhangi bir kişiye tahliye olacağımın haberini verme isteği duymamıştım. Ama ağabeyim olan Akif çıkacağımı duymuş olmalı ki cezaevinin hemen çıkışında duruyordu. Akif, adımını sokağa atan kader mahkumunun ben olduğunu fark ettiğinde elimdeki valize aldırış etmeden bana sımsıkı sarıldı. Ben de ona sarıldım.
Altı yıl olmuştu içeri gireli. Af çıkmasaydı bir altı yıl daha yatarım vardı. Hukuk fakültesi mezunu bir sanık olarak hakime çok etkili bir savunma yapmış olsam da devletten afyon çalıp; halkına uyuşturucu olarak sattığını iddia ettikleri birine beraat kararı vermesini bekleyemezdim.
Ağabeyim Akif’le eve doğru yola çıktık. Geçen sene annemizin felç geçirdiğini, felç neticesinde de yatalak olduğunu söylemişti. Arabayı bir yere yetişmesi gerekiyormuşçasına hızla süren Akif, yol boyunca işlerden bahsediyordu:
“Ankaralı birilerine seçiyorum hasatları. İlaç için kullanıyorlar. İşin içinde uyuşturucu yok. Bana açıktan söylemiyorlar ama salgın hastalığın tedavisinde kullanmaya çalışıyorlar.”
Cezaevinden çıktığım ilk dakikalarda bunları konuşmak istemiyordum. Akşam konuşuruz diyerek konuyu kapattım. Eve vardığımızda bir süre içeri girmek istemedim. Bunun iki sebebi vardı. İlki bir süre üstü kapalı hiçbir yere girmek istemememdi. Teslim olmamdan önceki son üç ayı tarlalardaki kampta o zamanlardaki sevgilim ve dostlarımla geçirmiştim. Dolayısıyla içerideki altı yılımda da hep bu son özgür günlerimi düşündüğümden şimdi bu iki katlı müstakil eve girmek bana zor geliyordu. Eve girmek istemememin diğer sebebi de annemdi. Teslim olduğum günden beri bana öfkeli olduğunu biliyordum.
Bahçedeki dolaşmalardan dolayı bir saatlik rötarla girdiğim evin içerisi temizlik kokuyordu. “evinize hoş geldiniz Arif Bey” diyen kadına baktığımda temizliği yapanın o olabileceğini düşündüm. Neyse ki fazla meraklanmadan “ev işlerine yardımcı oluyorum” diye ekledi. Ağabeyim Akif durumu “Hanımefendi bilim kadını aynı zamanda. Dahiliye profesörü” diyerek açıkladı.
Akif her ay düzenli olarak görüşlere geliyordu. Bu görüşlerde bir işler çevirdiğini hal ve tavırlarından anlasam da açık açık konuşamıyorduk. Telefonun bir ucundan diğer ucuna “insan sağlığına fevkalade yararı olan bir ilacı geliştiren yarı gizli bir oluşumun üyesiyim. Ve bu sürede birkaç milyon dolar kazandım” mı deseydi? Ama keşke afyon çalan bir hırsız olmadığımı söyleseydi. Konuşmaları dinleyen gardiyanların bunları duymasını isterdim. Suçlu olabilirdim ama hırsız değildim. Aldığımız tüm afyonların parasını ödüyorduk. Yasal olmayan bu alışverişe fatura kesecek halimiz yoktu. Hukuk bilgilerim beni hırsızlık suçlamasından kurtaramamış olsa da afyonu aldığımız sonradan görme köylüleri korudu. Verdiğim ifadeler sayesinde köylülerden parayla afyon alan değil devletin gözetiminde bulunan afyonları çalan biri olarak yargılandım.
Annemin elini öpüp sarıldım. Annem bana sarılmadı. Annemin belden aşağısı ve sağ kolu tamamen felçliydi. Solunsa genelde kendine hayrı yok. Başı kaşınsa başını zar zor kaşıyabiliyordu. “Hoş geldin Arif’im dedi. Ardı arkası kesilmeyen sorularına sabırla verdiğim cevaplarla konuşma devam etti.
“Kaçak hayatı yaşamak istemedim anne biliyorsun.”
“Evet anne hırsız değilim.”
“Evet anne. O zaman yaptığımız işi istihbarat teşkilatları da biliyordu. Devletimiz için çalışıyordum.”
Soruları bitmeyen anneme tekrar sarıldım. “Demek ki o savcı devlet için çalışmıyormuş anne” dedim. Ama artık üzülme yalnızca kendim için, para için, sizin için çalışırım diye ekledim.
***
İnsanoğlu içinde bulunduğu her türlü duruma, zamana ve mekana çok çabuk alışıyor. Ben de yeniden kavuştuğum özgürlüğüme bir haftada alıştım. Bir süre işlerden konuşmak istemediğimi söylediğimden ne Akif ne de hizmetçi bilim kadını bana iş konusunu açmadılar. Yalnızca bir kere kadınla birlikte tarlalara gittim. Mahsul hiç olmadığı kadar kaliteliydi. Kalite anlayışımız ne Afganistan’dakilere ne Çin’dekilere ne de diğer tüm afyon ekenlere benzemezdi. Hatta bir sefer kendini baron zanneden müptezel herifin teki tarlaları görmüş de Akif’e “mundar ediyorsunuz mahsulü” diye sitem etmiş. Neyse ki bu tarz heriflerle hiç iş ilişkisinde bulunmadık.
Televizyon izleme alışkanlığımız pek olmamasına rağmen o akşam yemeği yerken televizyon açıktı. Ana haber bültenindeki kadın, salgına çare olacak tedavinin hala bulunamadığını söylüyordu. Akif, kısık ama benim de duyabileceğim bir ses tonuyla yanındaki bilim kadınına bakarak “Az kaldı. Biz bulacağız” dedi. Duymamış gibi yapmak istemedim. “Artık iş konuşmaya hazırım. Ama bu akşam anneme kitap okuyacağım. Yarın konuşalım.” dedim.
Uyandığımda üzerinde ‘Ankara Hukuk-2005 mezunları’ yazan saat on bir olmuştu. Kadınla Akif tarlalara gitmiş olacaklar ki evde yoklardı. Felçli annemin yanına gittim. Akif evden çıkarken anneme ‘arkası yarın’ yayınlamaya devam eden bir radyo programı açıyordu. Sesli tiyatrodaki adam repliği gereği “insan doğru bildiği işten şaşmamalı” dedi. Annem ayak seslerimi duymuş olacak ki “ bence de şaşmamalı Arif” dedi. Yanındaki sandalyeye oturmamı istedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“Dün sen bahçedeyken Akif’le biraz sizin işler hakkında konuştuk. Ne acayip iş bu! Ben seni avukat, ağabeyini de doktor olacak sanırken babanız gibi afyoncu oldunuz. Hep bir garipti rahmetli de. Baban biz evlendiğimizde dahiliye hekimiydi Ankara’da. Sonra sonumuz burası işte. Çiftçi gibi görünen ilaççı oldu. Biliyorum çok paramız var. Ama parayı harcamadıktan sonra kağıt parçası. Akif’e de söyledim. Bu iş, son işiniz. Bittikten sonra bırakıyorsunuz. Akif’in anlattığına göre salgının çaresini bulmak üzerelermiş. Sen de sakın olmaz falan deme. Mahsul kısmına bakan işin ehli olmadıktan sonra bu işler yürümez, biliyorsun. Baban hep “Arif bu işlerde beni de geçti” derdi. Elinden geleni yap ki bir an önce bırakalım şu hayatı oğlum.”
***
Akif’le yaptığımız anlaşma gereği pek fazla insanla muhattap olmak zorunda kalmıyorum. Yalnızca mahsulle ilgileniyorum. Geçen hafta bilim kadını ve ekibi bir iğne geliştirdiler. Denemelere hızlıca başladıklarına eminim. Bu işte devlete çalıştığımızdan onlardan gelecek onayı bekliyoruz. Son işimizde sona yaklaştığımızdan olsa gerek salondaki herkesin yüzü gülüyor. Biz akşam yemeğini yerken, yemeğini çoktan yedirdiğimiz annem televizyonu açmamızı istedi.
Ana haber bültenini sunan kadının “Salgın hastalığın kesin çözümü olan şurup Yeni Zelanda’daki bir ekip tarafından geliştirildi. Üstelik bu şurubun maliyetinin çok düşük olduğu belirtiliyor.” sözleriyle yüzümüzdeki gülümseme yerini şaşkınlığa bıraktı.
***
Elinde meyve tabağıyla yanıma gelen anneme sıkıca sarıldım. Bir saniyelik duraksamadan sonra o da bana sarıldı. “Bırak şimdi meyveyi. Hep Akif mi gezecek? Seninle İstanbul akşamlarının tadını çıkaralım” dedim. Annem üzerindekileri değiştirmeye giderken “Bak bak! yine televizyonda bizim kadın var” dedi.
Ana haber bülteninin sunucusu bizim kadından “ dünyayı sarsan salgın hastalıkla ilgili çalışmalarını yürütürken tesadüf eseri felç hastalığına çare bulan Prof. Dr. Sabiha Karahisar” olarak bahsediyordu.